Kitabın
orta yerinde, “Behçet Bey’in Evlilik Yılları” bahsinde de belirtildiği üzere
“Mahur Beste, Atiye Hanımın küçük eniştesi Lütfullah Bey’in babası Talat Bey’in
eseriydi. Bir çarkçı yüzbaşısı olan Talat Bey, bu içli şarkısını karısı kendisini terk
ettikten sonra yazmıştı.”
Yahya Kemal Beyatlı’nın sandığım “Şarkılarımız bizim romanlarımızdır” sözünün de
Ahmet Hamdi Tanpınar’a ait olduğunu Mahur Beste vesilesiyle öğrendim.
Yine son
bölümde, "Mahur Beste Hakkında Behçet Bey’e Mektup"ta diyor ki Tanpınar, “Siz
de biliyorsunuz ki dünkü hayatımızın en kuvvetli, hayata en çok tesir eden
tarafı musiki idi.”
Şimdi
daha iyi anlaşılıyor, edebiyat (roman) ile musiki ilişkisi ve bu romana neden
Mahur Beste adının verildiği. Öyle beste, makam, usul normlarını ortaya döküp
açıklayacak kadar müzik bilgim yok ama musiki nazariyatı ve tarihi konularında
da uzman hatta üstad olduğu edebiyat eserlerinden belli olan Tanpınar’ın bu
romanını yazarken müzik normlarını (Mahur Beste biçimini) uyguladığını
sanıyorum. Romanın sekiz bölüm olarak biçimlenmiş olmasını bile bu iddiamı
destekleyen bir işaret olarak görüyorum;
müzikte sekizlik ölçü vs. Bu konu şimdiye değin araştırılmış mı
bilmiyorum.
Öyleyse
büyük yazarın hikâyeden romana geçerken ilk basamak olarak kullandığı eserine
ad olarak seçtiği Mahur Beste ne anlama geliyor ona bakalım:
“Mahur”
sözcüğünün karşılığı olarak Türk Dil Kurumu sözlüğünde “Klasik Türk müziğinde
bir makam” geçiyor. Sözcüğün Farsça olduğu da belirtilmiş. Başka kaynaklarda,
İran’da veya Hindistan’da Mahur adlı bir yer yahut şehir olduğu, mahur bestenin
adının bu yerden geldiği hakkında doğruluğu su götürür iddialar da var. Besteye
ad olan mahur sözcüğünün etimolojisinden bir sonuç çıkacağa benzemiyor.
Kullanımda kazandığı anlam her halde yeterli ve önemlidir. Mahur makamının şen, şuh, gönlü ferahlatan, sert bir makam olduğu, Klasik Türk müziğinin yanı sıra Mehter
müziği ve halk müziğinde de en az 6-7 yüzyıldan bu yana yaygın
olarak kullanıldığı biliniyor. Ama 20. yüzyılın iki büyük şairinin dilinde ve
kaleminde mahur beste, şenliğini, şuhluğunu yitirip boydan boya hüzne ve kedere
gark oluyor.
“Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı
bahçede yalnız
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız” dizeleriyle başlayan Mahur Beste şiirini yazarken Attila İlhan’ın içine düştüğü hüzünlü ortamda da romanın kederli atmosferinden etkilenmeler olduğunu sanıyorum. Bu kadar uzun ve belki de gereksiz girizgahtan sonra romanı tanımaya başlayabiliriz:
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız” dizeleriyle başlayan Mahur Beste şiirini yazarken Attila İlhan’ın içine düştüğü hüzünlü ortamda da romanın kederli atmosferinden etkilenmeler olduğunu sanıyorum. Bu kadar uzun ve belki de gereksiz girizgahtan sonra romanı tanımaya başlayabiliriz:
1944 yılında Ülkü dergisinde
tefrika ediliyor. Kitap olarak basımı 1974’te. Yazar eserini kitap olarak
göremiyor.
Mahur
Beste, öncelikle başkişisi Behçet Bey’in merkeze alındığı ve onun akrabası olan
kişilerin 19. yüzyıldan 20.yüzyıla sarkan ömürlerini anlatan, arka planda ise
aynı yüzyıllarda göz göre göre çöken koca Türk İmparatorluğunun derinlemesine
ve enlemesine halini ortaya koyan romandır. Kitaba önsöz yazan Tanpınar’ın
öğrencisi Mehmet Kaplan’ın “Mahur Beste, kompozisyon bakımından klasik roman
yapısından ayrılır” diye başlayan eleştirilerine eseri neredeyse roman dahi
saydırmayacak bir niyet sezdiğimden katılmıyorum. Mahur Beste, tam da bu klasik
roman yapısına uymayan özellikleriyle klasik romandır, modern bir klasiktir.
Sekiz bölümlük
eserinin her bölümüne yazar ayrı bir başlık eklemiş, bundan dolayı birçok
kişi de romanı sekiz hikâye gibi algılama yoluna gitmişlerdir ki bu da
katılamadığım bir yöneliştir. Roman bütün bölümleriyle bir bütündür.
İlk
bölüm “İKİ UYKU ARASINDA DÜŞÜNCELER”
İlk
uyku, Behçet Bey’in on yıl evli kaldığı hanımı Atiye Hanımın ölümünden otuz beş
sene sonra daldığı sıkıntılı, garip uykudur. Roman bu uykuyla başlıyor. İkinci
uyku hangisidir? Behçet Bey’in aynı gece uyanıp yeniden daldığı rüya âlemi mi?
Yirmi sene evvel babasının elinden Hamdullah yazması Kur’anı Kerim’i alırken
gördüğü rüyanın dahil olduğu uyku mu yoksa karısını kaybettiği zaman mı? Ölüm
de bir uykudur ya. Behçet bey, nasıl bir karakterdir? Çelimsiz, sosyal yönü çok
zayıf, insan içine çıkmaktansa tavan aralarında ve kitaplar arasında yahut
bozuk saatleri tamir etmekle vakit geçiren zavallının biri. “Hayır, Behçet Bey
ne bir sanat meraklısı ne de koleksiyoncu idi. O sadece bir şairdi.” “Evet o,
hep o tavan arasındaki cilt mengenelerine eğilmiş büyük bir örümcekti.” Şimdi
hatırlamadığım bir yerde okudum, galiba Selim İleri, Behçet Bey karakterinde Dostoyevski’den ilhamlar gördüğünü
ileri sürüyordu. Ben Behçet Bey’de Kafka izinin daha belirgin olduğunu
söylüyorum: Dönüşüm’deki Gregor Samsa
karakterine ne de çok benziyor. Babasının
gölgesinde mevki makam kazanıyor, padişahın himmetiyle evleniyor. Tam bir düzen
tutsağı.
Birinci
bölümde Tanpınar’ın kadınlar hakkındaki görüşleri, eşi Atiye Hanım, yeğeni
Cavide Hanım, hizmetçisi Şerife ve yalı komşuları Tarıdil Hanım ve onlarin ilişkileriyle anlatılıyor.
İkinci
Bölüm: “BABA İLE OĞUL”
Babası
İsmail Molla, Behçet Bey’in aksine pervasız, otoriter, mağrur, sosyal, dinamik,
çapkın bir karakterdir. Oğlunu kendisine benzemediği için hiç sevmez.
Memuriyetinin son döneminde Hicaz’da görev yapan İsmail Molla, İstanbul’a
dönüşünde oğlunun devlette yükseldiğini ve bizzat sultan II. Abdülhamit
tarafından evlendirildiğini şaşkınlıkla karşılar.
Üçüncü
Bölüm: “İKİ DÜNÜR”
Behçet
Bey’in hanımı Atiye hanımın babası, İsmail Molla’nın gençlik arkadaşı ama artık araları
bozuk olan Ata Molla’dır. Ata Molla, hayatta tek tutkusu satranç olan
damatlarını seçerken dahi satranç sınavına tabi tutan acayip bir adamdır. Satrançla ilgisi ne düzeydedir, bilir miydi, oynar mıydı? Duymadım, bir yerde de okumadım ama Tanpınar'ın Mahur Beste'de satranç motifine böylesine önem atfetmesi ve yer vermesi, herhalde satranç ile hayat arasındaki ilişkinin yahut benzerliğin çokluğuna inandığından olsa gerektir. Molla, evliliğe, Behçet Bey’i hem İsmail Molla’nın oğlu olduğu hem de sünepe biri
olarak gördüğü, üstelik satranç da bilmediği için karşı çıkar ama emir büyük
yerden olduğu için boynunu büker.
Dördüncü
Bölüm : “BEHÇET BEY’İN EVLİLİK YILLARI”
Bu
zorunlu ve zoraki evlilik daha ilk gecesinden itibaren hüsranla doludur ama
Atiye Hanım, Talat Bey’in hanımı gibi yapmaz, kocasını bırakmaz,
ona acır
mı yoksa mahalle baskısının altından kalkamayacağı düşüncesiyle mi yahut başka
bir nedenle mi artık neyleyse bu evliliği sürdürmeye karar verir. Atiye Hanım,
evliliği sürdürecek olan aşkın yerini tutabilecek başka bir meşgale arar.
Behçet Bey için politikayı uygun bulur. Yaşıyorsa Allah selamet versin yıllar önce
Pendik’te siyasetle uğraşan Ahmet Hasdemir’in “Siyaset paradan da kadın da
tatlıdır, bulaşan vazgeçemez” sözünün tam da sırası geldi. Romanda, olayların akışı
ile Mahur Beste’nin ilişkilendirmesi de bu bölümdedir: Kocasıyla değil de
kayınpederi İsmail Molla ile sohbetten keyif alan Atiye Hanım’ın kendisini terk
etmesinden korkan Behçet Bey, bir akşam sohbetinde Talat Bey ve Mahur Beste
konusu açılınca anlatılmasının önüne geçmek için her şeyi dener ama başarılı
olamaz.
Neşati’nin
“Gittin amma kodun hasret ile canı bile/ İstemem sensiz olan sohbet-i yârânı
bile” beytiyle başlayan gazelinin Talat Bey tarafından bestelendiğinden sanırım
Huzur’da söz ediliyor.
Atiye
Hanımefendi’nin de gideceği, aşık olabileceği bir kişi olarak aynı zamanda
akrabası Dr. Refik sahneye çıkartılmış ama nedense yazar da bu kaçışı uygun
görmemiş olmalı ki Refik’i zatürreden öldürmüş.
Beşinci
Bölüm: “GARİP BİR İHTİLALCİ”
Bu
bölümde yazar romanın arka planını öne çıkartıyor. Olay örgüsüyle ilgisi yok
gibi görünen Tanzimat dönemi devrimcisi Sabri Hoca bir gün Tanrı misafiri
olarak konağa çıkageliyor.Onun İsmail
Molla ile konuşmaları romanın yazılış amacının ipuçlarını taşıyor. Tanzimat ile
değişmeye başlayan sosyal ve siyasal hayatımız masaya yatırılıyor. Doğu – Batı
sorunu, medeniyet değişikliğinin etkileri, siyasal rejim, sistem sorunları
hakkında Tanpınar kendine özgü görüşlerini Sabri Hoca üzerinden dile getiriyor.
Tek adam yönetimi yerine meşrutiyeti, cumhuriyeti savunuyor.
Birçok
eleştirmen, Mahur Beste’nin otobiyografik özellikler taşıdığından, Behçet
Bey’in aslında Tanpınar olduğundan söz ediyor ama bence romanda Tanpınar
aranacaksa Sabri Hoca karakterinde aranmalıdır.
Altıncı Bölüm:
“HISIM AKRABA ARASINDA”
Bu
bölümde Atiye Hanım’ın eniştesi, Behçet Bey’in bacanağı, Halit Bey’le tanışıyoruz. Önceki bölümlerde adı bile geçmeyen Halit Bey’in bu bölümde ele alınışının temel nedeninin,
İstanbul’un gece yaşantısının, gayrımeşru alemlerinin gözler önüne serilmek olduğunu anlıyoruz.
Yedinci
Bölüm: “ESKİ BİR KONAK”
Hısım -
akrabalar, Halit Bey’in annesi Buyudil Hanım, süt nineler Adile Hanım, Sıdıka
Hanım ve Sıdıka’nın kocası Sırmakeş Nuri Bey sahnede yerlerini alırken onlarla
bağlantılı olarak parola ile girilen bir sefahat evinin sahibi Nerkis Hanım,
sarraf Agop, Tulumbacı Ali, hikâyenin diğer kahramanları olarak zihnimize
kazınıyorlar. O sefahat evinde çıkan yangın da koskoca imparatorluğun baş olan
ayaklar altında bir anda birdenbire eriyip elden gittiğini anlatmaya yarayan bir motif olarak dikkat çekiyor.Tanpınar ve akranları iki büyük savaşı görmüş, çoğu doğduğu toprakların özlemiyle yaşamış karabahtlılardır, kim bilir belki de bu yüzden musukide sadece teselli değil hayatın manasını hatta mayasını aramışlardır.
Sekizinci
Bölüm: “MAHUR BESTE HAKKINDA BEHÇET BEY’E MEKTUP”
“Hem
nerden ve kim benim roman yazdığımı size söyledi? Ben sizin hayatınızı
yazıyorum. Roman ayrı bir şey. Belki
daha güç bir iş. Belki de gücümün üstünde kalacak kadar güçtür.” Mahur Beste
bildiğiniz gibi bu meraktan doğdu.”
Bu
aslında bir iç konuşmadır. Tanpınar, belki de tefrika olarak yayımlandığında
romana getirilen eleştirilere karşılık olarak, roman-hayat karşılaştırması
yapıyor. Daha sonra da yıllarca devam eden “tamamlanmamış roman” tespitlerinin
yersiz olduğunu, “roman bitti, hayat devam ediyor” karşı tespitiyle kendisini
eleştirenlere karşı Behçet Bey’i kalkan olarak kullanarak ileri sürüyor.
Romanın sanki sipariş üzerine yazıldığı, yolda düzülen denk gibi her şeyin
yerli yerinde olmadığının yazar da farkında ki son bölümde kahramanıyla mektuplaşarak kendini de bir roman kahramanı yapıyor.
Romana
eklenen böyle bir bölüm -Dünya romanında örneği var mı bilmiyorum - Türk
romancılığında bir yeniliktir. Romanı interaktif hale sokuyor; yazar kendisinin yanı sıra okuyucularını ve
dahi kendisinden sonra romanı ve kendisini eleştirecek olanları da romanın
kahramanı yapıyor.
Zaman,
rüya, müzik yazarımızın diğer romanlarında ve şiirlerinde de ele aldığı
kavramlardır ki bu romana başlıktan giriyorlar.
Romanın
ithaf edildiği Eyyubi Bekir Ağa’nın
mahur makamında bestelediği “Bir afet-i meh-peyker ile nüktelerim var”
şarkısını romanı okuduktan sonra Mesut Cemil Bey’den dinlemenizi tavsiye
ederim, internette var.
Tanpınar,
Mahur Beste’deki ince nükteleri ve özgün benzetmeleriyle de Türkçe roman dilinin
oluşmasına büyük katkılarda bulunmuştur.
Büyük
yazar, bu ilk eserinde sonraki eserlerinin de çatısını çatıyor, Sahnenin
Dışındakiler ve Huzur bugün Mahur Beste’den ayrı anılmıyor, diğer büyük romanı
Saatleri Ayarlama Enstitüsü de bu üçlüye eklemlenebilir, onun ne farkı var
ki?
Ahmet
Hamdi Tanpınar, Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının gelişmesinde ve
modernleşmesinde büyük emeği olan yetkin bir edebiyatçıdır. Sadece edebiyatçı
değil, akademisyen (Yeni Türk Edebiyatı Profesörüdür) ve siyasetçi (1942
Seçimlerinde Milletvekili) kimlikleri de taşıyan bir aydındır. Bu yoğun tempo
içinde önceleri şiir ve hikâye ile uğraşan Tanpınar, 1942’de milletvekili
seçilmiş, ancak üniversitedeki görevine ara verip de kapağı meclise attıktan
sonra romana yönelmiştir. İlk romanı 1944 yılında Ülkü dergisinde süreli
yayımlanan Mahur Beste’dir. Hacim olarak en küçük romanı olan Mahur Beste,
diğer romanlarında da kendini gösterir. Tanpınar ne mahur beste’den ne de Mahur
Beste’nin kahramanlarından vazgeçememiştir. Romanın bazı eleştirmenlere hatta
öğrencisi Mehmet Kaplan’a dahi dağınık ve teknik yönden kusurlu gelmesi – ben
aslında dağınık olduğunu sanmıyorum- eserin bir bütün olarak değil parça parça
yazılmasından kaynaklandığını sanıyorum. Büyük yazarımız, öyle meşguldür ki
sağlığında romanlarının çoğunu dört başı mamur biçimde düzeltip zevkine göre
bastıracak zamanı bulamamıştır.
EK: 13 Şubat 2017 Pazartesi günü Erenköy'deki İşbankası kitap satış mağazasında Cem Dilçin'in Adlar Sözlüğü kitabında mahur sözcüğünün yeni anlamlarını gördüm. 242.sayfasında" mahur:Ar. k.[<mâhûr] 1.Tepe, toprak yığını. 2. Dar ve derin dere. 3. Türk müziğinde bir makam. (Gül- mahur denilen bir çiçeğin adı olup bu makamla bir şey okunurken titrer, sanki raksedermiş.)" yazıyor.
EK: 13 Şubat 2017 Pazartesi günü Erenköy'deki İşbankası kitap satış mağazasında Cem Dilçin'in Adlar Sözlüğü kitabında mahur sözcüğünün yeni anlamlarını gördüm. 242.sayfasında" mahur:Ar. k.[<mâhûr] 1.Tepe, toprak yığını. 2. Dar ve derin dere. 3. Türk müziğinde bir makam. (Gül- mahur denilen bir çiçeğin adı olup bu makamla bir şey okunurken titrer, sanki raksedermiş.)" yazıyor.
Romandan
aldığım şu cümleler, romanı tanımaya yarayacaktır umarım.
“Behçet Bey için genç kadın hüviyeti ömrünün biricik
tecrübesiyle birkaç kelimede hülasa edilebilirdi: yumuşak bir ten, cazip bir
koku, bir yığın süs ve hepsinin arkasında bir o kadar fantezi bir inat…”s.20
“Bir kadın inadıyla mücadele etmek o kadar güç bir şeydi
ki…” s.23
“Eski saatlar bakılması, iyileştirilmesi lazım gelen temiz
yüzlü, iyi yürekli hastalardı ve kitaplar, iyi ciltlenince, birdenbire
gençleşiyor, güzel giyinmiş kadınlara benziyorlardı.” S.24
“Onun (Behçet Bey’in) bütün bu eşyadan istediği şey,
hülyasına bir çerçeve olmaları, ona bir firar kapısı açmalarıydı. Tesadüf
ettiği şeylere sahip olmayı pek az isterdi. Behçet Bey, bütün ömrünce yerinden
kımıldamadan “kaçmak gitmek!” diye çırpınanlardandı. Ömründe bir kere o da
Adana’ya kadar bin türlü telaş ve üzüntü içinde şöyle bir gidip gelen bu adamın
hayatı, rasladığı eşyanın, insanların, işittiği bir fıkranın, hatırladığı bir
adın telkiniyle başlayan seyahatlarla dolu idi.” S.26
“Bildiği şeyler şunlardır: bu kızlar çok güzeldi, bu gül
henüz koparılmış kadar taze idi ve o atılır atılmaz yalının penceresinden
çınlayan nazlı kahkahada o zaman kadar tatmadığı, bilmediği hazların daveti
vardı.” S.27
“Büyük bir okuyucu olan Molla bey için kitap da kadın gibi
bir şeydi; yani okunduktan sonra başından atılırdı. Yalnız biri diğeri gibi
rahatsız edici olmadığı için –kitap unutulmaya razıdır, fakat kadın razı olmaz-
bir köşede kendi kendine durmasında bir mahzur yoktu. Halbuki Behçet öyle değildi: kitabı okumaktan
ziyade onunla meşgul olmasını severdi.” S.38-39
“Zavallı Behçet, bütün ömrünce hiçbir efendilik hissini
duymayacak, her tanıdığı şey ona sahip olacaktı. Hayır, hiçbir sevdiği şeyi, sırf bu sevginin
üstüne çıkabilmek, kendisini bu imtihanda muzaffer görmek, bir bağı daha
koparmış görmek için olsun fırlatıp atamayacaktı. O, eşyanın ve insanların
mutlak bir saltanatı altında küçük, müstebit bir saklanma, her şeye rağmen
saklanma duygusunun büklümleri içinde küçük, çok küçük bir şey olarak
yaşayacaktı. İşin fenası kendisi de bütün bunların farkındaydı.” S.41
“Her şeyin ve bütün bir hayatın gecikmiş bir ihtilâle doğru
gittiği bir alemin ortasında Behçet, yerleşmiş telakkilere, an’ane, tekamül,
kanun, keyfi nizam ne olursa olsun, bir nevi tanrılara bakar gibi bakıyordu.”
S. 43
“…birdenbire açık pencereden bir odaya girmiş arı gibi sanki
küçücük cüssesiyle her tarafı doldurmaya çalışıyordu.” S.43
Ata Molla, kızının Behçet Bey’le evlendirilmesine çok
kızmıştı… Üstelik satrançtan da anlamıyordu. Bu da Ata Molla için mühim bir
eksikti.” S.60
“Uykusuzluk, bir hülya kurabilen insanlar içindi. Halbuki
Behçet Bey, her türlü hülyadan kurtulmuştu… Bütün mahcuplar gibi Behçet bey’in
hayatında da aşk biricik rüya idi.” S.70
“Ona (Behçet Bey’e) göre esas olan, zaman dediğimiz şeyi
insan ruhunun benimsemesi, bir meyve ısırır gibi kendi izlerini ona kuvvetle
geçirmesiydi. Her türlü saadet ve felaket düşüncesinin üstünde bir talihin
kendisini tamamlaması lazımdı. Istırap insanoğlu için gündelik ekmek, ölümse
sadece bir kaderdi. İkisinden de kaçılmazdı. Asıl dava, derin bir şekilde
yaşamak ve kendi kendisini gerçekleştirmek, ölümlü hayata şahsi bir çeşni
vermekti.” S.75
“Tabiatları birbirine yakın olmak şartıyla tecrübeli bir
ihtiyar için genç bir kadın kadar kim dost olabilirdi?” s.77
“Gene biliyordu ki her ömrü kemiren bir yığın ihtiras,
erişmek, ele geçirmek kaygıları hayatı boyunca bu saadeti kendisinden
gizlemişti.” S.77
“Mahur Beste, Atiye’nin küçük eniştesi Lütfullah Bey’in babası
Talat Bey’in eseriydi. Bir çarkçı yüzbaşısı olan Talat Bey bu eserini karısı
kendisini terk ettikten sonra yazmıştı.” S.81
“Madem ki aşkın kapısı onlara kapalıydı o halde başka
kapıları açmak lazımdı.” S.82
“Saat tamir etmek, cilt yaldızlamak, kitap kolleksiyonu
peşine düşmek hatta kendisine verilmiş bir iş içinde ufak tefek muvaffakiyetler
kazanmak, yaşadığı devrin bir erkekten isteyeceği şeyler değildi.” S.83
“…erkek olan insan, sevdiği kadını yakalayıp o zamana kadar
ölçmediği, düşünmediği birtakım tepelere taşımalıydı. Sonunda imkansız bir
yerde, güçlükle nefes alınan bir uzlette bıraksa bile o yükseklikleri bir kere
olsun geçmiş olmanın hazzı yeterdi…”s.83
“Molla Bey bir gün dua ve ibadetten bahsederken ‘istersek
bütün ömrümüzü bir dua haline getirebiliriz’ demiş, sonra ‘dua, ruhun Allah’la
karşılaşmasıdır. Bunun için de kendi kendisini idrak etmesi yeter’ diye ilave
etmişti… Ona (Atiye’ye) göre bu idrak ya aşkta yahut da büyük ve herkesin
uğrunda yapılmış bir işin içinde olabilirdi.” S.83
“Çocukluğu onun içinde şefkat ağacının yer etmesine imkan
vermemişti.” S.94
“Sevginin, merhametin eşiğini atlayanlar, ıstırabın
gömleğini de kendiliğinden giyinirler.” S.96
102-105 sayfalarda
Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi analizi yapılıyor.
“Tavandaki renkli Bohemya billurundan küçük avizenin altında
genç kadının yüzü olduğundan küçük ve renksiz görünüyordu. O kadar ki dikkat,
üzüntü bu yüzü yemiş gibiydi. Bu avizenin, altındakiler kadar imparatorluğun
kaderiyle sıkı sıkıya alakalı bir hikayesi vardı… Molla Bey, yemek odasını
İngiliz usulü döşettiği zaman bu acı hatırayı oradan kaldırmayı düşünmüş fakat
rahmetli ağabeyisi ‘bırak kalsın,
eşyanın da bizde bir hakkı vardır. Bu evde hiç kimse onun kadar yaşamadı’ diye
ısrar etmişti.” S.105
“Benim yüzüm, senin yüzün, babalarımızın yüzü. Yani
hayatları tam olmayanların yüzü…”s.105
“Şark yok, Şark öldü. Bizler yetimiz. Unutmaktan başka
çaremiz yok. Yetimlikten kurtulmak için unutmalıyız.” S.106
“İşte medeniyet dediğin bu konağa benzer. Evvela o sandığın
mucizesi vardı. Yani rahmetli büyükannenin hoşuna gidecek şeyleri sen farkına
varmadan hazırlayan sevgisi… Hiçbir arız bu cömert feyzi tüketmez . Bağdat
bitince Kurtube başlar. O bitince Bursa, İstanbul doğar.” S.107
“Ben Şark’a bağlı değilim, eskiye de bağlı değilim, bu
memleketin hayatına bağlıyım. Bu, Müslümanlık mıdır, Şarklık mıdır, Türklük
müdür? Bilmiyorum. Yirmi senedir okudum. Otuz sene kadılıklarda, Fetvahanede
çalıştım. Bir tek şey anladım: kitapla bu hayatın ayrılığı. Bence ne Şark, ne
şu, ne bu vardır; etrafımızda gördüğümüz hayat vardır… daima değişen,
değiştikçe bizi değiştiren bir şeydir.” S.108
“Şark öldü diyorsun. Ahmet Ağa öldü gibi bir şey bu. Zaten
Şark nedir? Bir kelime… kelimeler varsın ölsün. Asıl yaşaması lazım gelen
ölmez. O bizim hayatımızdır, o değişir... Fakat ne kadar değişirsek değişelim
yapacağımız her yeni şeyde bu memleketin kendisinden gelen bir damga olacaktır.
Onu doğuracak olan bir anadır.” S.111
“Kesif yaşanmış hayatın içinde fani ömür siliniyorbaşka bir
şey oluyor. Bir cami, bir kahve, bir pazaryeri, köprübaşı, bir düğün alayı,
hele her cinsinden musiki beni ölümden kurtarıyor gibi geliyor bana…” s.111
“Ümmet hayatı dağılıp toplanan bir şeydir. Her dağılışın
arkasından bir toplanış gelir.” S.112
“Avrupa’da fırka, hükümet şekli davaları, iktisadi, içtimai
bir yığın çetrefil ve her an gelişen meselelerin etrafında dönüyor. Bizde ise
sadece bir nazariye…Memleketimizin insanını şişeden çıkarıyorlar, ‘git yaşa,
bir şeyler yap, icap ederse öl’ diyorlar. Açık havada ölmek cam arkasında
boğulmaktan iyidir.” S.113
“… bugünden uzak, asıldığı yerde unutulmuş bir takvim gibi
sadece geçmiş bir zamandınız. Adeta yıllarca kurulmamış bir saate
benziyordunuz… Behçet Bey, herkes gibi maddesiyle gezinen bir insan olduğunuz
halde bir rüyaya benziyorsunuz.” S.169
“…öyle ilk sandığım gibi tek bir zaman parçası değildiniz.”
S.171
“Musiki, başka kültürlerde romanın, resmin, tiyatronun
iştirakiyle yaptığı tesiri bizde tek başına, iyi kötü kendi hamlesiyle
yapıyordu.” S.174
“Hayat, kimsenin etrafında dönmez, herkesle beraber yürür.”
S.175
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder