11 Şubat 2017 Cumartesi

MAHUR BESTE'Yİ ANLAMAYA ÇALIŞMAK


Kitabın orta yerinde, “Behçet Bey’in Evlilik Yılları” bahsinde de belirtildiği üzere “Mahur Beste, Atiye Hanımın küçük eniştesi Lütfullah Bey’in babası Talat Bey’in eseriydi. Bir çarkçı yüzbaşısı olan Talat Bey, bu içli şarkısını karısı kendisini terk ettikten sonra yazmıştı.”
Yahya Kemal Beyatlı’nın sandığım “Şarkılarımız bizim romanlarımızdır” sözünün de Ahmet Hamdi Tanpınar’a ait olduğunu Mahur Beste vesilesiyle öğrendim.
Yine son bölümde, "Mahur Beste Hakkında Behçet Bey’e Mektup"ta diyor ki Tanpınar, “Siz de biliyorsunuz ki dünkü hayatımızın en kuvvetli, hayata en çok tesir eden tarafı musiki idi.”
Şimdi daha iyi anlaşılıyor, edebiyat (roman) ile musiki ilişkisi ve bu romana neden Mahur Beste adının verildiği. Öyle beste, makam, usul normlarını ortaya döküp açıklayacak kadar müzik bilgim yok ama musiki nazariyatı ve tarihi konularında da uzman hatta üstad olduğu edebiyat eserlerinden belli olan Tanpınar’ın bu romanını yazarken müzik normlarını (Mahur Beste biçimini) uyguladığını sanıyorum. Romanın sekiz bölüm olarak biçimlenmiş olmasını bile bu iddiamı destekleyen bir işaret olarak görüyorum;  müzikte sekizlik ölçü vs. Bu konu şimdiye değin araştırılmış mı bilmiyorum.
Öyleyse büyük yazarın hikâyeden romana geçerken ilk basamak olarak kullandığı eserine ad olarak seçtiği Mahur Beste ne anlama geliyor ona bakalım:
“Mahur” sözcüğünün karşılığı olarak Türk Dil Kurumu sözlüğünde “Klasik Türk müziğinde bir makam” geçiyor. Sözcüğün Farsça olduğu da belirtilmiş. Başka kaynaklarda, İran’da veya Hindistan’da Mahur adlı bir yer yahut şehir olduğu, mahur bestenin adının bu yerden geldiği hakkında doğruluğu su götürür iddialar da var. Besteye ad olan mahur sözcüğünün etimolojisinden bir sonuç çıkacağa benzemiyor. Kullanımda kazandığı anlam her halde yeterli ve önemlidir. Mahur makamının şen, şuh, gönlü ferahlatan, sert bir makam olduğu, Klasik Türk müziğinin yanı sıra Mehter müziği ve halk müziğinde de en az 6-7 yüzyıldan bu yana yaygın olarak kullanıldığı biliniyor. Ama 20. yüzyılın iki büyük şairinin dilinde ve kaleminde mahur beste, şenliğini, şuhluğunu yitirip boydan boya hüzne ve kedere gark oluyor. 
Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız 
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız” d
izeleriyle başlayan Mahur Beste şiirini yazarken Attila İlhan’ın içine düştüğü hüzünlü ortamda da romanın kederli atmosferinden etkilenmeler olduğunu sanıyorum. Bu kadar uzun ve belki de gereksiz girizgahtan sonra romanı tanımaya başlayabiliriz:
1944 yılında Ülkü dergisinde tefrika ediliyor. Kitap olarak basımı 1974’te. Yazar eserini kitap olarak göremiyor.
Mahur Beste, öncelikle başkişisi Behçet Bey’in merkeze alındığı ve onun akrabası olan kişilerin 19. yüzyıldan 20.yüzyıla sarkan ömürlerini anlatan, arka planda ise aynı yüzyıllarda göz göre göre çöken koca Türk İmparatorluğunun derinlemesine ve enlemesine halini ortaya koyan romandır. Kitaba önsöz yazan Tanpınar’ın öğrencisi Mehmet Kaplan’ın “Mahur Beste, kompozisyon bakımından klasik roman yapısından ayrılır” diye başlayan eleştirilerine eseri neredeyse roman dahi saydırmayacak bir niyet sezdiğimden katılmıyorum. Mahur Beste, tam da bu klasik roman yapısına uymayan özellikleriyle klasik romandır, modern bir klasiktir.
Sekiz bölümlük eserinin her bölümüne yazar ayrı bir başlık eklemiş, bundan dolayı birçok kişi de romanı sekiz hikâye gibi algılama yoluna gitmişlerdir ki bu da katılamadığım bir yöneliştir. Roman bütün bölümleriyle bir bütündür.
İlk bölüm “İKİ UYKU ARASINDA DÜŞÜNCELER”
İlk uyku, Behçet Bey’in on yıl evli kaldığı hanımı Atiye Hanımın ölümünden otuz beş sene sonra daldığı sıkıntılı, garip uykudur. Roman bu uykuyla başlıyor. İkinci uyku hangisidir? Behçet Bey’in aynı gece uyanıp yeniden daldığı rüya âlemi mi? Yirmi sene evvel babasının elinden Hamdullah yazması Kur’anı Kerim’i alırken gördüğü rüyanın dahil olduğu uyku mu yoksa karısını kaybettiği zaman mı? Ölüm de bir uykudur ya. Behçet bey, nasıl bir karakterdir? Çelimsiz, sosyal yönü çok zayıf, insan içine çıkmaktansa tavan aralarında ve kitaplar arasında yahut bozuk saatleri tamir etmekle vakit geçiren zavallının biri. “Hayır, Behçet Bey ne bir sanat meraklısı ne de koleksiyoncu idi. O sadece bir şairdi.” “Evet o, hep o tavan arasındaki cilt mengenelerine eğilmiş büyük bir örümcekti.” Şimdi hatırlamadığım bir yerde okudum,  galiba Selim İleri, Behçet Bey karakterinde Dostoyevski’den ilhamlar gördüğünü ileri sürüyordu. Ben Behçet Bey’de Kafka izinin daha belirgin olduğunu söylüyorum: Dönüşüm’deki  Gregor Samsa karakterine  ne de çok benziyor. Babasının gölgesinde mevki makam kazanıyor, padişahın himmetiyle evleniyor. Tam bir düzen tutsağı.
Birinci bölümde Tanpınar’ın kadınlar hakkındaki görüşleri, eşi Atiye Hanım, yeğeni Cavide Hanım, hizmetçisi Şerife ve yalı komşuları Tarıdil Hanım ve onlarin ilişkileriyle anlatılıyor.
İkinci Bölüm: “BABA İLE OĞUL”
Babası İsmail Molla, Behçet Bey’in aksine pervasız, otoriter, mağrur, sosyal, dinamik, çapkın bir karakterdir. Oğlunu kendisine benzemediği için hiç sevmez. Memuriyetinin son döneminde Hicaz’da görev yapan İsmail Molla, İstanbul’a dönüşünde oğlunun devlette yükseldiğini ve bizzat sultan II. Abdülhamit tarafından evlendirildiğini şaşkınlıkla karşılar.
Üçüncü Bölüm: “İKİ DÜNÜR”
Behçet Bey’in hanımı Atiye hanımın babası, İsmail Molla’nın gençlik arkadaşı ama artık araları bozuk olan Ata Molla’dır. Ata Molla, hayatta tek tutkusu satranç olan damatlarını seçerken dahi satranç sınavına tabi tutan acayip bir adamdır. Satrançla ilgisi ne düzeydedir, bilir miydi, oynar mıydı? Duymadım, bir yerde de okumadım ama Tanpınar'ın Mahur Beste'de satranç motifine böylesine önem atfetmesi ve yer vermesi, herhalde satranç ile hayat arasındaki ilişkinin yahut benzerliğin çokluğuna inandığından olsa gerektir. Molla, evliliğe, Behçet Bey’i hem İsmail Molla’nın oğlu olduğu hem de sünepe biri olarak gördüğü, üstelik satranç da bilmediği için karşı çıkar ama emir büyük yerden olduğu için boynunu büker.
Dördüncü Bölüm : “BEHÇET BEY’İN EVLİLİK YILLARI”
Bu zorunlu ve zoraki evlilik daha ilk gecesinden itibaren hüsranla doludur ama Atiye Hanım, Talat Bey’in hanımı gibi yapmaz, kocasını bırakmaz,
ona acır mı yoksa mahalle baskısının altından kalkamayacağı düşüncesiyle mi yahut başka bir nedenle mi artık neyleyse bu evliliği sürdürmeye karar verir. Atiye Hanım, evliliği sürdürecek olan aşkın yerini tutabilecek başka bir meşgale arar. Behçet Bey için politikayı uygun bulur. Yaşıyorsa Allah selamet versin yıllar önce Pendik’te siyasetle uğraşan Ahmet Hasdemir’in “Siyaset paradan da kadın da tatlıdır, bulaşan vazgeçemez” sözünün tam da sırası geldi. Romanda, olayların akışı ile Mahur Beste’nin ilişkilendirmesi de bu bölümdedir: Kocasıyla değil de kayınpederi İsmail Molla ile sohbetten keyif alan Atiye Hanım’ın kendisini terk etmesinden korkan Behçet Bey, bir akşam sohbetinde Talat Bey ve Mahur Beste konusu açılınca anlatılmasının önüne geçmek için her şeyi dener ama başarılı olamaz.
Neşati’nin “Gittin amma kodun hasret ile canı bile/ İstemem sensiz olan sohbet-i yârânı bile” beytiyle başlayan gazelinin Talat Bey tarafından bestelendiğinden sanırım Huzur’da söz ediliyor.
Atiye Hanımefendi’nin de gideceği, aşık olabileceği bir kişi olarak aynı zamanda akrabası Dr. Refik sahneye çıkartılmış ama nedense yazar da bu kaçışı uygun görmemiş olmalı ki Refik’i zatürreden öldürmüş.
Beşinci Bölüm: “GARİP BİR İHTİLALCİ”
Bu bölümde yazar romanın arka planını öne çıkartıyor. Olay örgüsüyle ilgisi yok gibi görünen Tanzimat dönemi devrimcisi Sabri Hoca bir gün Tanrı misafiri olarak konağa çıkageliyor.Onun  İsmail Molla ile konuşmaları romanın yazılış amacının ipuçlarını taşıyor. Tanzimat ile değişmeye başlayan sosyal ve siyasal hayatımız masaya yatırılıyor. Doğu – Batı sorunu, medeniyet değişikliğinin etkileri, siyasal rejim, sistem sorunları hakkında Tanpınar kendine özgü görüşlerini Sabri Hoca üzerinden dile getiriyor. Tek adam yönetimi yerine meşrutiyeti, cumhuriyeti savunuyor.
Birçok eleştirmen, Mahur Beste’nin otobiyografik özellikler taşıdığından, Behçet Bey’in aslında Tanpınar olduğundan söz ediyor ama bence romanda Tanpınar aranacaksa Sabri Hoca karakterinde aranmalıdır.
Altıncı Bölüm: “HISIM AKRABA ARASINDA”
Bu bölümde Atiye Hanım’ın eniştesi, Behçet Bey’in bacanağı,  Halit Bey’le tanışıyoruz. Önceki bölümlerde adı bile geçmeyen Halit Bey’in bu bölümde ele alınışının temel nedeninin, İstanbul’un gece yaşantısının, gayrımeşru alemlerinin gözler  önüne serilmek olduğunu anlıyoruz.
Yedinci Bölüm: “ESKİ BİR KONAK”
Hısım - akrabalar, Halit Bey’in annesi Buyudil Hanım, süt nineler Adile Hanım, Sıdıka Hanım ve Sıdıka’nın kocası Sırmakeş Nuri Bey sahnede yerlerini alırken onlarla bağlantılı olarak parola ile girilen bir sefahat evinin sahibi Nerkis Hanım, sarraf Agop, Tulumbacı Ali, hikâyenin diğer kahramanları olarak zihnimize kazınıyorlar. O sefahat evinde çıkan yangın da koskoca imparatorluğun baş olan ayaklar altında bir anda birdenbire eriyip elden gittiğini anlatmaya yarayan bir motif olarak dikkat çekiyor.Tanpınar ve akranları iki büyük savaşı görmüş, çoğu doğduğu toprakların özlemiyle yaşamış karabahtlılardır, kim bilir belki de bu yüzden musukide sadece teselli değil hayatın manasını hatta mayasını aramışlardır.
Sekizinci Bölüm: “MAHUR BESTE HAKKINDA BEHÇET BEY’E MEKTUP”
“Hem nerden ve kim benim roman yazdığımı size söyledi? Ben sizin hayatınızı yazıyorum.  Roman ayrı bir şey. Belki daha güç bir iş. Belki de gücümün üstünde kalacak kadar güçtür.” Mahur Beste bildiğiniz gibi bu meraktan doğdu.”
Bu aslında bir iç konuşmadır. Tanpınar, belki de tefrika olarak yayımlandığında romana getirilen eleştirilere karşılık olarak, roman-hayat karşılaştırması yapıyor. Daha sonra da yıllarca devam eden “tamamlanmamış roman” tespitlerinin yersiz olduğunu, “roman bitti, hayat devam ediyor” karşı tespitiyle kendisini eleştirenlere karşı Behçet Bey’i kalkan olarak kullanarak ileri sürüyor. Romanın sanki sipariş üzerine yazıldığı, yolda düzülen denk gibi her şeyin yerli yerinde olmadığının yazar da farkında ki son bölümde kahramanıyla mektuplaşarak kendini de bir roman kahramanı yapıyor.
Romana eklenen böyle bir bölüm -Dünya romanında örneği var mı bilmiyorum - Türk romancılığında bir yeniliktir. Romanı interaktif hale sokuyor;  yazar kendisinin yanı sıra okuyucularını ve dahi kendisinden sonra romanı ve kendisini eleştirecek olanları da romanın kahramanı yapıyor.
Zaman, rüya, müzik yazarımızın diğer romanlarında ve şiirlerinde de ele aldığı kavramlardır ki bu romana başlıktan giriyorlar.
Romanın ithaf edildiği Eyyubi Bekir Ağa’nın  mahur makamında bestelediği “Bir afet-i meh-peyker ile nüktelerim var” şarkısını romanı okuduktan sonra Mesut Cemil Bey’den dinlemenizi tavsiye ederim, internette var.
Tanpınar, Mahur Beste’deki ince nükteleri ve özgün benzetmeleriyle de Türkçe roman dilinin oluşmasına büyük katkılarda bulunmuştur.
Büyük yazar, bu ilk eserinde sonraki eserlerinin de çatısını çatıyor, Sahnenin Dışındakiler ve Huzur bugün Mahur Beste’den ayrı anılmıyor, diğer büyük romanı Saatleri Ayarlama Enstitüsü de bu üçlüye eklemlenebilir, onun ne farkı var ki? 
 
Ahmet Hamdi Tanpınar, Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının gelişmesinde ve modernleşmesinde büyük emeği olan yetkin bir edebiyatçıdır. Sadece edebiyatçı değil, akademisyen (Yeni Türk Edebiyatı Profesörüdür) ve siyasetçi (1942 Seçimlerinde Milletvekili) kimlikleri de taşıyan bir aydındır. Bu yoğun tempo içinde önceleri şiir ve hikâye ile uğraşan Tanpınar, 1942’de milletvekili seçilmiş, ancak üniversitedeki görevine ara verip de kapağı meclise attıktan sonra romana yönelmiştir. İlk romanı 1944 yılında Ülkü dergisinde süreli yayımlanan Mahur Beste’dir. Hacim olarak en küçük romanı olan Mahur Beste, diğer romanlarında da kendini gösterir. Tanpınar ne mahur beste’den ne de Mahur Beste’nin kahramanlarından vazgeçememiştir. Romanın bazı eleştirmenlere hatta öğrencisi Mehmet Kaplan’a dahi dağınık ve teknik yönden kusurlu gelmesi – ben aslında dağınık olduğunu sanmıyorum- eserin bir bütün olarak değil parça parça yazılmasından kaynaklandığını sanıyorum. Büyük yazarımız, öyle meşguldür ki sağlığında romanlarının çoğunu dört başı mamur biçimde düzeltip zevkine göre bastıracak zamanı bulamamıştır.

EK: 13 Şubat 2017 Pazartesi günü Erenköy'deki İşbankası kitap satış mağazasında Cem Dilçin'in Adlar Sözlüğü kitabında mahur sözcüğünün yeni anlamlarını gördüm. 242.sayfasında" mahur:Ar. k.[<mâhûr] 1.Tepe, toprak yığını. 2. Dar ve derin dere. 3. Türk müziğinde bir makam. (Gül- mahur denilen bir çiçeğin adı olup bu makamla bir şey okunurken titrer, sanki raksedermiş.)" yazıyor.   

Romandan aldığım şu cümleler, romanı tanımaya yarayacaktır umarım. 
“Behçet Bey için genç kadın hüviyeti ömrünün biricik tecrübesiyle birkaç kelimede hülasa edilebilirdi: yumuşak bir ten, cazip bir koku, bir yığın süs ve hepsinin arkasında bir o kadar fantezi bir inat…”s.20
“Bir kadın inadıyla mücadele etmek o kadar güç bir şeydi ki…” s.23
“Eski saatlar bakılması, iyileştirilmesi lazım gelen temiz yüzlü, iyi yürekli hastalardı ve kitaplar, iyi ciltlenince, birdenbire gençleşiyor, güzel giyinmiş kadınlara benziyorlardı.” S.24
“Onun (Behçet Bey’in) bütün bu eşyadan istediği şey, hülyasına bir çerçeve olmaları, ona bir firar kapısı açmalarıydı. Tesadüf ettiği şeylere sahip olmayı pek az isterdi. Behçet Bey, bütün ömrünce yerinden kımıldamadan “kaçmak gitmek!” diye çırpınanlardandı. Ömründe bir kere o da Adana’ya kadar bin türlü telaş ve üzüntü içinde şöyle bir gidip gelen bu adamın hayatı, rasladığı eşyanın, insanların, işittiği bir fıkranın, hatırladığı bir adın telkiniyle başlayan seyahatlarla dolu idi.” S.26
“Bildiği şeyler şunlardır: bu kızlar çok güzeldi, bu gül henüz koparılmış kadar taze idi ve o atılır atılmaz yalının penceresinden çınlayan nazlı kahkahada o zaman kadar tatmadığı, bilmediği hazların daveti vardı.” S.27
“Büyük bir okuyucu olan Molla bey için kitap da kadın gibi bir şeydi; yani okunduktan sonra başından atılırdı. Yalnız biri diğeri gibi rahatsız edici olmadığı için –kitap unutulmaya razıdır, fakat kadın razı olmaz- bir köşede kendi kendine durmasında bir mahzur yoktu.  Halbuki Behçet öyle değildi: kitabı okumaktan ziyade onunla meşgul olmasını severdi.” S.38-39
“Zavallı Behçet, bütün ömrünce hiçbir efendilik hissini duymayacak, her tanıdığı şey ona sahip olacaktı.  Hayır, hiçbir sevdiği şeyi, sırf bu sevginin üstüne çıkabilmek, kendisini bu imtihanda muzaffer görmek, bir bağı daha koparmış görmek için olsun fırlatıp atamayacaktı. O, eşyanın ve insanların mutlak bir saltanatı altında küçük, müstebit bir saklanma, her şeye rağmen saklanma duygusunun büklümleri içinde küçük, çok küçük bir şey olarak yaşayacaktı. İşin fenası kendisi de bütün bunların farkındaydı.” S.41
“Her şeyin ve bütün bir hayatın gecikmiş bir ihtilâle doğru gittiği bir alemin ortasında Behçet, yerleşmiş telakkilere, an’ane, tekamül, kanun, keyfi nizam ne olursa olsun, bir nevi tanrılara bakar gibi bakıyordu.” S. 43
“…birdenbire açık pencereden bir odaya girmiş arı gibi sanki küçücük cüssesiyle her tarafı doldurmaya çalışıyordu.” S.43
Ata Molla, kızının Behçet Bey’le evlendirilmesine çok kızmıştı… Üstelik satrançtan da anlamıyordu. Bu da Ata Molla için mühim bir eksikti.” S.60
“Uykusuzluk, bir hülya kurabilen insanlar içindi. Halbuki Behçet Bey, her türlü hülyadan kurtulmuştu… Bütün mahcuplar gibi Behçet bey’in hayatında da aşk biricik rüya idi.” S.70
“Ona (Behçet Bey’e) göre esas olan, zaman dediğimiz şeyi insan ruhunun benimsemesi, bir meyve ısırır gibi kendi izlerini ona kuvvetle geçirmesiydi. Her türlü saadet ve felaket düşüncesinin üstünde bir talihin kendisini tamamlaması lazımdı. Istırap insanoğlu için gündelik ekmek, ölümse sadece bir kaderdi. İkisinden de kaçılmazdı. Asıl dava, derin bir şekilde yaşamak ve kendi kendisini gerçekleştirmek, ölümlü hayata şahsi bir çeşni vermekti.” S.75
“Tabiatları birbirine yakın olmak şartıyla tecrübeli bir ihtiyar için genç bir kadın kadar kim dost olabilirdi?” s.77
“Gene biliyordu ki her ömrü kemiren bir yığın ihtiras, erişmek, ele geçirmek kaygıları hayatı boyunca bu saadeti kendisinden gizlemişti.” S.77
“Mahur Beste, Atiye’nin küçük eniştesi Lütfullah Bey’in babası Talat Bey’in eseriydi. Bir çarkçı yüzbaşısı olan Talat Bey bu eserini karısı kendisini terk ettikten sonra yazmıştı.” S.81
“Madem ki aşkın kapısı onlara kapalıydı o halde başka kapıları açmak lazımdı.” S.82
“Saat tamir etmek, cilt yaldızlamak, kitap kolleksiyonu peşine düşmek hatta kendisine verilmiş bir iş içinde ufak tefek muvaffakiyetler kazanmak, yaşadığı devrin bir erkekten isteyeceği şeyler değildi.” S.83
“…erkek olan insan, sevdiği kadını yakalayıp o zamana kadar ölçmediği, düşünmediği birtakım tepelere taşımalıydı. Sonunda imkansız bir yerde, güçlükle nefes alınan bir uzlette bıraksa bile o yükseklikleri bir kere olsun geçmiş olmanın hazzı yeterdi…”s.83
“Molla Bey bir gün dua ve ibadetten bahsederken ‘istersek bütün ömrümüzü bir dua haline getirebiliriz’ demiş, sonra ‘dua, ruhun Allah’la karşılaşmasıdır. Bunun için de kendi kendisini idrak etmesi yeter’ diye ilave etmişti… Ona (Atiye’ye) göre bu idrak ya aşkta yahut da büyük ve herkesin uğrunda yapılmış bir işin içinde olabilirdi.” S.83
“Çocukluğu onun içinde şefkat ağacının yer etmesine imkan vermemişti.” S.94
“Sevginin, merhametin eşiğini atlayanlar, ıstırabın gömleğini de kendiliğinden giyinirler.” S.96
102-105 sayfalarda Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi analizi yapılıyor.
“Tavandaki renkli Bohemya billurundan küçük avizenin altında genç kadının yüzü olduğundan küçük ve renksiz görünüyordu. O kadar ki dikkat, üzüntü bu yüzü yemiş gibiydi. Bu avizenin, altındakiler kadar imparatorluğun kaderiyle sıkı sıkıya alakalı bir hikayesi vardı… Molla Bey, yemek odasını İngiliz usulü döşettiği zaman bu acı hatırayı oradan kaldırmayı düşünmüş fakat rahmetli ağabeyisi  ‘bırak kalsın, eşyanın da bizde bir hakkı vardır. Bu evde hiç kimse onun kadar yaşamadı’ diye ısrar etmişti.” S.105
“Benim yüzüm, senin yüzün, babalarımızın yüzü. Yani hayatları tam olmayanların yüzü…”s.105
“Şark yok, Şark öldü. Bizler yetimiz. Unutmaktan başka çaremiz yok. Yetimlikten kurtulmak için unutmalıyız.” S.106
“İşte medeniyet dediğin bu konağa benzer. Evvela o sandığın mucizesi vardı. Yani rahmetli büyükannenin hoşuna gidecek şeyleri sen farkına varmadan hazırlayan sevgisi… Hiçbir arız bu cömert feyzi tüketmez . Bağdat bitince Kurtube başlar. O bitince Bursa, İstanbul doğar.” S.107
“Ben Şark’a bağlı değilim, eskiye de bağlı değilim, bu memleketin hayatına bağlıyım. Bu, Müslümanlık mıdır, Şarklık mıdır, Türklük müdür? Bilmiyorum. Yirmi senedir okudum. Otuz sene kadılıklarda, Fetvahanede çalıştım. Bir tek şey anladım: kitapla bu hayatın ayrılığı. Bence ne Şark, ne şu, ne bu vardır; etrafımızda gördüğümüz hayat vardır… daima değişen, değiştikçe bizi değiştiren bir şeydir.” S.108
“Şark öldü diyorsun. Ahmet Ağa öldü gibi bir şey bu. Zaten Şark nedir? Bir kelime… kelimeler varsın ölsün. Asıl yaşaması lazım gelen ölmez. O bizim hayatımızdır, o değişir... Fakat ne kadar değişirsek değişelim yapacağımız her yeni şeyde bu memleketin kendisinden gelen bir damga olacaktır. Onu doğuracak olan bir anadır.” S.111
“Kesif yaşanmış hayatın içinde fani ömür siliniyorbaşka bir şey oluyor. Bir cami, bir kahve, bir pazaryeri, köprübaşı, bir düğün alayı, hele her cinsinden musiki beni ölümden kurtarıyor gibi geliyor bana…” s.111
“Ümmet hayatı dağılıp toplanan bir şeydir. Her dağılışın arkasından bir toplanış gelir.” S.112
“Avrupa’da fırka, hükümet şekli davaları, iktisadi, içtimai bir yığın çetrefil ve her an gelişen meselelerin etrafında dönüyor. Bizde ise sadece bir nazariye…Memleketimizin insanını şişeden çıkarıyorlar, ‘git yaşa, bir şeyler yap, icap ederse öl’ diyorlar. Açık havada ölmek cam arkasında boğulmaktan iyidir.” S.113
“… bugünden uzak, asıldığı yerde unutulmuş bir takvim gibi sadece geçmiş bir zamandınız. Adeta yıllarca kurulmamış bir saate benziyordunuz… Behçet Bey, herkes gibi maddesiyle gezinen bir insan olduğunuz halde bir rüyaya benziyorsunuz.” S.169
“…öyle ilk sandığım gibi tek bir zaman parçası değildiniz.” S.171
“Musiki, başka kültürlerde romanın, resmin, tiyatronun iştirakiyle yaptığı tesiri bizde tek başına, iyi kötü kendi hamlesiyle yapıyordu.” S.174

“Hayat, kimsenin etrafında dönmez, herkesle beraber yürür.” S.175

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder