Bu dar hacimli metni iki kere okudum, ilkinde hiçbir şey
anlamadığımı itiraf edeyim. Nedendir bilmem, öyle ki kalemdanlara baykuş resmi
çizen bir ressamdan başka ne bir olay ne
bir kişi ne bir fikir kırıntısı kaldı aklımda. Kitap aslında benim gibi ne
yapacağını bilemeyen okur için yol gösterici önsöz (Türkçede İran Edebiyatı ve Doğumunun 75. Yılında Sadık Hidayet /
Behçet Necatigil,Çevirmen), sonsöz (Sadık
Hidayet’in Biyografyası / Bozorg Alevi, Hidayet’in yakın arkadaşı) ve
sözlük (Çevirmen mi Editör mü bir başkası
mı hazırlamış, belirtilmemiş) ekleriyle yayımlanmış, ayrıca kitabın
yayımlanma serüvenini anlatan arka kapak
yazısı da çok doyurucu ama yine de altı çizilesi bir cümleye dahi
rastlayamamayı ilk okumam için talihsizlik olarak değerlendirmiş ve çokça da
kendimi suçlamıştım. Okuyorum ama anlayamıyorum, bakıyorum ama göremiyorum; bu
düpedüz bir körlük başlangıcı. Bu sefer, Tuzla Thyke-14 Grubundaki arkadaşlarımın
ısrarı ve benim önerimle Ocak 2017 kitabı olarak Kör Baykuş’u seçtik. İkinci
okumamı daha dikkatli yaptım:
İkinci sayfada çok çarpıcı bir cümle: “Şimdi yazmaya karar vermişsem bunun tek nedeni kendimi gölgeme
tanıtmak isteğidir.” Geriye döne döne okudum. 74 sayfa ama çok yoğun, çok
ağır bir metin. Baştan sona alegorik, hatta Divan edebiyatına İran
edebiyatından geçen Sebk-i Hindi (alegori içinde alegori, bir sözcüğü çok
anlamlı, girift ve karmaşık anlamlı olarak kullanma sanatı) özellikli olduğu kanısına
vardım. Felsefi bir roman. Yazarın “duvardan doğru eğilmiş, yazdıklarını oburca
yutmak, yok etmek isteyen gölgesi”nin belki yazarın dostları, yakın
arkadaşları, belki diğer insanlar, hatta Tanrı olabileceğini –örnekleri
artırabiliriz- düşündüm. Yazarın kendisi mi tam bilemediğimiz –adı olmadığı
için otobiyografik olma ihtimali yüksek- bir anlatıcı var başkişi olarak.
Başkişi insan ama aynı zamanda, yansıyan olarak Dünya, Doğa, Evren, İnsanlık,
Tanrı olarak da düşünülebilir. Diğer
kişiler: Yazarın evlendiği, ona daha çok bir melek gibi görünen bir kadın. Bu
kadın da birçok anlamlara gelebilir: Kahpe ve Felek yakıştırmaları Tanrı
sembolüne kadar götürebilir onu. “O bir çift gözü gördükten sonra, onları
gördükten sonra her işin her hareketin anlamı değeri silindi gözümden” diyor
anlatıcı, okura yol gösteriyor; aşk, dünyayı başka başka gösterir aşığa. “Benim gözümde bir kadındı o, insanüstü bir
yaratık bir yandan da.” “Bir bakışı yeterdi; felsefenin bütün müşküllerini,
teolojinin bütün muammalarını çözmeme yeterdi.” Ressamın çizdiği resimdeki ihtiyar, kambur, Hint
fakirine benzeyen adam, kitabın sonunda diğer kahramanlar gibi anlatıcıyla
özdeşleşiyor ama dünyanın zorlukları, yaşamak için yapmak zorunda olduğumuz
işler, zorunluluklar vb. Dünya’yı kanlı savaş ortamlarına sürükleyen düşman
devletler, sevgilimize göz koyan rakipler… Hiç görünmeyen ancak sözü edilen
amca ve amca sandığı başka biri, bunlar anlatıcının sıkıntılarından habersiz
yaşayan -yoksa ölen mi - avam, halk... ticaret ve kaptanlık yapıyorlar."Her neyse ihtiyar ve kambur biriydi amcam.” Karakter geçişleri
başladı. “Bir dev aynasında benim
portremdi sanki.”
Arabacı ihtiyar, bu da diğer ihtiyarlar gibi bir ihtiyar. Her şeyi
biliyor, her işi yapıyor: Hamal, mezar kazıcı, arabacı…
Dünya’yı, şehveti, devleti, kuvveti temsil eden kasap. Ressamın saatlerce, günlerce, aylarca penceresinden seyrettiği,
bir kemerin altında oturan, sütannesinin çömlekçiymiş dediği, hurdacı, acayip ihtiyar da kaderi, büyük melekleri…aklıma getirdi.
Kendisini de büyüten kadına olan bağlılığı, o kadının kızı olan
kadınla evliliğe götürüyor kahramanımızı. Burası tam bir alegoriler denizi.
Kayıkta kahpe yazıyor kader yerine. Ama evlilikte birleşme
yok, erkek çok istekli ama kadın (kahpe) mazeretli. Binbir Gece Masallarında,
Doğu kültüründe, Yusuf ile Züleyha’da, Leyla ile Mecnun’da vd. de istemeden
yapılan işleri, sahte aşkları anlatmak için aynı motif var. “Sanki çok eski insanların, bu gibi masalların aracılığıyla sonraki
kuşaklara geçmiş o hareketleri, düşünceleri, arzu ve adetleri; bizim
hayatımızın gereklerindendir.”
Karısının küçük kardeşi, kayınbiraderiyle sapık ilişkisi, tarihin
derinliklerinden koparılan Lut hikayelerinin günümüzde de yaşandığını mı anlatıyor? Aynı konuyu Thomas Mann, Venedik’te Ölüm’de işliyor. O Yunan
mitolojine bağlıyor sorunun kaynağını, Hidayet, kutsal kitaplara. Tanrı’dan
kaçış yahut şirk, isyan. Şahcan kim, karısı mı, karısının annesi mi,
kayınbiraderi mi yahut ne fark eder? Şahcan, sevgi, samimiyet belirten ve çok
kullanılan bir kız adı imiş oralarda.
Dadı var bir de romanda,
bir çocuğa bakar gibi kahramanımıza bakan. İyiliği, yardımseverliği, insanlığı
temsil ediyor. Bir sürü sarhoş polisler de herhalde, eğlenceyi, arzu ve
tutkuların aşırılığını, kötülüğü... Belirli bir örgü içinde anlatılmadığı için olaylar aklımızda kalmıyor diye de düşünmüyor değilim. Gerçek ile hayalin, uyanıklık ile rüyanın iç içe anlatıldığı
romanda olay, bir yorumcu tarafından
şöyle özetlenmiş, fazlası var noksanı yok:
“Başkarakterimiz
kendini gölgesine tanıtma ihtiyacıyla anlatmaya başlar. Kendini toplumdan
soyutlamış bir adamdır. Bütün gün kalemdanlar yapmaktadır. Bir gün evine
kendini amcası olarak tanıtan bir ihtiyar gelir. İhtiyar kambur, başına Hind
şalı sarmış ve üzerine eski sarı bir aba almıştır. Bu ihtiyar tasvirini kitap
boyunca farklı karakterler olarak görmeye devam edeceğiz. Yeri geldiğinde
servinin gündüzsefası uzattığı biri, yeri geldiğinde bir arabacı. Hikayeye geri
dönecek olursak ihtiyar eve gelir ve bir köşeye oturur. Baş karakterimiz onu
iyi ağırlamak istediği için evinde kalan tek şeyi yani raftaki eski şarabı
almaya gider. Tam şarabı aldığında pencerenin ötesinde siyah entarili bir servi
görür. Servi yerde oturan kambur bir ihtiyara mavi bir gündüzsefası
uzatmaktadır. Bu sahne onun ruhunda büyük bir değişikliğe neden olur. Kendine
geldiğinde amcası olan ihtiyar gitmiştir. Şişeyi yerine koymak için
karakterimiz yine rafa geldiğinde bu sefer pencereyi kaybolmuş olarak görür.
Sanki hiç var olmamış gibidir. Sanki zihni ona oyunlar oynuyordur. Bir gün
akşam yürüyüşünden sonra eve geldiğinde siyah elbiseli o kızı karyolasına
uzanmış olarak bulur. Gidip kızın nefes alıp almadığına bakar. Kız ölmüştür.
Onun güzelliğini resmetmek ister. Çizmeye başlar ama bir şey eksiktir. Kızın
gözlerini de resmetmesi gerekiyordur o anda kızın gözleri bir anlığına açılır.
Bu belki de karakterin zihninin ona oynadığı bir oyundur. Gözlerine kısa bir
saniye onu kâğıda aktarmasına yeterlidir. Kız gelip ona ruhunu ve tenini teslim
etmiştir bu yüzden onun mezarını kimsenin görmesine izin veremezdir. Onu
parçalara ayırır ve bir bavula koyar. Dışarı çıktığında ihtiyar kambur bir adam
ona yardım edebileceğini söyler. Onu ıssız mavi gündüzsefalarıyla dolu bir yere
getirip bir mezar kazar. Karakterimiz bavulu gömüp üstünü kimse bulamayacağı
şekilde kapar ve evine döner.” (Eda Yılmaz / Kör Baykuş Tanıtımı)
Romanda zaman kavramı da belirli değil. Geçmiş
zaman şimdi zaman birbirinin içine geçmiş. Masalsı bir hava veriyor bu da
metine.
Romanda kullanılan her nesne adının, Fars
kültüründe, İran mitolojisinde bir anlamı olduğunu düşünüyorum. Servi ağacı laf
olsun diye seçilmemiş mesela: Eski Yunan’dan İslam dünyasına da geçen bir
inanışa göre servi ağacı lambaya benzer
ve bu dünyanın aydınlığından kabrin karanlığına düşen ölünün yolunu aydınlatsın diye mezarlıklara dikilir. Kahramanımız acılarını
unutmak için kendini şaraba ve afyona kaptırıyor. Şarap, aşkı meşki; afyon yok
oluşu çağrıştırıyor.
Olaylar, Rey kentinde geçiyor, Dünyanın Gelini dedikleri kentte. Diğer
nesneler için de birçok açıklama yapılmış kitabın sonunda. Mekan olarak da bir
kulübeden söz ediyor anlatıcı ama orası aslında bir mezar.
Romanın dil ve anlatımı çok çarpıcı, çok
sarsıcı. Şiirsel. Öyle bir konudan söz ediyor ki başlarken anlatıcı, kimselere anlatılamayacak bir insanlık yarasını deştiğini söylüyor. Kafkavari cümlelerle
dolu metin. .“Kapılar ve pencereler bu
dünyaya kapatıldı mı yine de yer yer güzelim bir var oluşun görüntüsü hatta
başlangıcı sayılabilir.” Bu cümle
Kör Baykuş’tan değil, Kafka’dan. İkisi de çöküş yazarı. Rüya ile gerçek arasında gidip geliyor.
Kadını görüyor (rüyada mı gerçekte mi belli değil) dokunmak istiyor, ya
kayboluyor kadın ya ölüyor. Testi bile ceset olup gögsüne baskı yapıyor. Ürpertici
bir anlatım. Romanın yazıldığı dönem I. Dünya Savaşı sonrası, büyük savaşın
etkilemediği ülke ve insan yok denebilir. Bir de Batı’yı gören Doğulu
aydınların “Neden geri kaldık?” yarası var ki bireysel korkuların üzerine tuz
biber ekiyor. Ziya Paşa’nın, Namık Kemal’in, Mehmet Akif’in, Kemal Tahir’in,
Tanpınar’ın, Oğuz Atay’ın içini kavuran büyük yara. Bir yorumcunun dediği gibi:
“Bunu kapalı ve toplumsal bir bilincin içinde yer alıp mekanik ve seküler Batı
toplumunu tanıma imkânı bulmuş bir yazarın gelgitleri olarak anlayabiliriz.” Sadık
Hidayet ikinci büyük savaşı kaldıramamış, daha önce denediği kendini yok etme
eylemini kararlı bir şekilde uygulamış. Bireysel olarak yazarın savaşı,
toplumsal kadere, Tanrı’ya isyana kadar gidiyor. Kafka’da varoluşçuluk olarak
görülen düşünce yoğunlaşması Sadık Hidayet’te yok oluş olarak patlıyor. İki büyük savaşın, ümitsizliğe, karamsarlığa, korkuya sürüklediği Hidayet çıkış yolunu üç yüz senedir yalpalayan Doğu aydınları gibi kah Batı medeniyetinde kah gelenekte arıyor. Ömer Hayyam onun için iyi bir liman ama Hidayet, limana bağlanacak durağanlıktansa azgın dalgalarla boğuşmayı yeğliyor, coşkun, cesur ve bilinçli.Hayyam'ın iki rubaisiyle bu görüşümü örnekleyeyim:
“Tanrı gönlünce yaratır da her şeyi
Neden ölüme mahkum eder hepsini
Yaptığı güzelse neden kırar atar
Çirkinse suçu kim kime yüklemeli?”
“Felek ne cömert şu aşağılık insanlara
Han hamam dolap değirmen hep onlara
Kendini satmayan adama ekmek yok
Sen gel de yuh çekme böyle dünyaya!”
Alegorik ve gerçeküstü anlatımıyla Kafka’yı andıran Hidayet’in
romanı okura bıraktığı etki ile Göthe’nin Genç Verter’in Acıları’na benziyor.
Onu da okuyan birçok insan intihar etmiş. İran devleti o gün de bu gün de
intihara neden oluyor diye mi yasaklıyor bu romanı bilmiyorum ama konusu kavrandıktan
sonra romanın adından dolayı dahi yasaklamış olabilirler. Hem kör hem baykuş,
uğursuzluk demektir ve kime Kör Baykuş denildiği de az çok anlaşılıyor. Her şey
bir tek ve aynı şey ise, okçu attığı ok ile kendini vuruyor. Bizde de Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı aydın
ıstırabını yansıtması yönüyle Kör Baykuş’un yanına gidiyor.
Kitaptan seçtiğim cümleler:
“Ben
başka türlüsünü değil ancak zehirlenmiş bir hayatı yaşayabilirdim.” S.26
“Eski minyatürlerdeki rumuzları kolaylıkla
çözebilir, çetin felsefe kitaplarındaki sırlara biçim ve türlerdeki ezeli
aptallıklara erişebilirdim. Çünkü o anda yeryüzünün gökyüzünün dönüşüne,
bitkilerin büyümelerine, canlıların devinimlerine katılmıştım, ortaktım onlara. Geçmiş,
gelecek, yakın uzak, his hayatımla eş ve
ortak olmuşlardı.” S.27
“Hepsi
birbirinin kopyası tatsız, ruhsuz resimleri boyayan ben şaheser olacak ne
çizebilirdim?” s.27
“Ne
kadar muhtasar ve sade olursa olsun bir resim etkili olmalı, canlı olmalıdır.”
S.27
“Parmak
uçlarına basa basa çekip gidiyordu gece.” S.29
“Duvarlarda
ne vardı ki ta kalbine kadar üşütüyor, ürpertiyordu insanı.” S.31
“Herkes
beni terk etmişti, cansız varlıklara sığınıyordum.” S.34
“Bulutların
gerisinden yıldızlar, siyah pıhtı kanlarda beliren parıltılı gözlerin bebekleri
gibi yeryüzünü seyrediyorlardı.” S.35
“Kendimden
kaçmak istiyordum.” S.36
“Kendimi
bütün ruhumla unutmanın uykusuna bırakmak istiyordum.”s.38
“…bir
mürekkep damlasında, bir musiki ahenginde ya da renkli bir ışında erir giderdim
ve sonunda dalgalar ve şekiller öyle büyürlerdi ki hissedilmezin içinde silinir
yok olurlardı.” S.38
“Ben
bir başka, çok eski bir dünyaya doğmuştum.” S.38
“Ben
hep, dünyada susmaktan daha iyi bir şey yoktur, Butimar (Su içmeyen kuş) gibi
olan insan daha iyi insandır diye düşünürdüm.” S.39
“…ne
malım var kadıya yedirecek ne dinim var şeytana verecek.” S.39
“Nereye
baksam çoğalmış gölgelerimi görüyorum.” S.40
“Hayat
baştan başa kıssadır, hikayedir.” S.41
“Dünün
bir olayı bana bin yıl öncesinin bir olayından daha eski, daha önemsiz
geliyor.” S.41
“Kasabın
mesleğinden pek memnun olduğunu köpek de bilir.” S.43
“Dünyanın
bütün ilişkileri yüzünde toplanmıştı.” S.47
“…kadın
tavlama işini karımın aşıklarından öğrenmek istiyordum.” S.49
“Gözlerimde
ölümün gölgesini görmüştüm.” S.50
“…mezarda
olan için zaman anlamını kaybeder.” S.52
“Dağılan,
çözülen bir kitleydim ben.” S.53
“Dünya
ıssız yaslı bir ev gibi görünüyordu gözüme.” S.56
“Rüyaların
kesik kopuk, anlaşılmaz sözleri gibi şırıldıyordu su.” S.57
“Duymuştum:
İnsan, gölgesini duvarda başsız görürse hemen o yıl ölürmüş.” S.58
“Öyle
uzak, silinmiş sönmüştü ki ben geceki rüyayı sanki yıllar önce, çocukluğumda
görmüştüm.” S.60
“Ben
çoğu zaman, unutmak, kendimden kaçmak için hatırlıyorum çocukluğumu.” S.61
“…ölümden
korkuyordu, güz gelince evlere sığınan sinekler gibi.” S.61
“bazı
kimselerin ölümle savaşı daha yirmisinde başlar; birçokları da yağı bitmiş
lambalar gibi sessiz, yavaş, ecelleriyle sönerler.” S.61
“…bendeki
bu utanma ve haya duygusunun kökeni de sadece şehvettir.” S.63
“bana
öğrettikleri dualar, ölüm korkusu karşısında etkisizdiler.” S.64
“İçimde
müphem bir arzu: Bir deprem olsa da bir yıldırım düşe de sakin, pırıl pırıl bir
dünyaya yeniden doğsam.” S.66
“…öldüm
mü upuzun parmaklarım olsun istiyordum.” S.69
“Tek
tesellim ölümden sonra hiçlik ümidiydi.” S.70
“Ben
ki henüz yaşadığım dünyaya bile alışamamışım, bir başka dünya neyime yarardı
benim?” s.70
“Tanrı
bir sonradan görme miydi ki dünyalarını ille de göstermek istesin bana?” s.70
“Yalnızlık
ve inziva sonsuz, koyu yoğun gecelere benziyordu.” S.70
“Yalnız
ölüm yalan söylemez.” S.70
“hayat,
soğuk kayıtsız, herkesin maskelerini çeker alır zamanla; maskeleri de hani
çoktur herkesin. Fakat bazıları hep aynı maskeyi kullanırlar, ister istemez
kirlenir, yıpranır bu maske.” S.72
“Korkuyla
görüyordum: karım büyümüş, akıllanmış, bense çocuk kalmıştım.”s.77
“Kaç
dakika, kaç saat hatta kaç yüzyıl geçti bilmiyorum.” S.77
“Bir
Tanrı olmuştum, Tanrıdan da büyüktüm, çünkü içimde sonsuz, ebedi bir ırmağın
aktığını hissediyordum.” S.78
“İnsanoğlunun
bütün acılarını, sevinçlerini ve aşklarını kendimde hissetmem için bana belki
de bir an yetmişti.” S.78
“Kur’an
okuyan ihtiyarın, kasabın, karımın maskelerini kendi yüzümde görüyordum.” S.79
“Nedir
şk? O aşağılık kimseler için bir edepsizlik, geçici adi bir zevk, bir eğlence.”
S.80
“Gölgem
çok çok güçlüydü, belirgindi gerçek cismimden.” S.84
“Duvardaki
gölgem tıpkı bir baykuş gölgesiydi.”s.84
“…aşk
ve kin aynı şeydiler.” S.85
KİMDİR?
Sadık Hidayet’in kim olduğuna dair beğendiğim bir yazıyı internetten
buraya alıyorum.(Kaynak: Burcu Aktaş Arşivi, Dünya Hep Ona Dokundu)
Bu hassas adam, bu yalan dünyaya 17 Şubat 1903'te Tahran'da
gözlerini açar. Doğduğunda İran'da Meşrutiyet Devrimi'nin başlamasına iki yıl
vardır. Batılılaşma sürecine girilen bir dönemde büyür. Kuzey İran'dan gelmiş
soylu bir ailenin oğlu olan Hidâyet, kendi hâlinde içine kapanık bir çocuktur.
Batılı bir eğitim alır ve Saint Louis Akademisi'ne yazılır. Yirmi yaşına
geldiğinde babasının evindeki odasına sırtını döner ve ailesiyle bağlarını
koparır. Ailesininkinden başka bir sosyal yaşımı tercih eder. Böylelikle
ailenin koruyucu kabuğunu kendi isteğiyle reddetmiş olur. Yirmi yaşındayken ilk
kitabı Rubaiyyât-ı Hakîm Ömer Hâyyam'ı (Filozof Ömer Hayyam'ın Rubaileri)
yayımlar. 1925-26 yılında Saint Louis Akademisi'ni bitirdiğinde, Rıza Şah
tarafından bir grup öğrenciyle birlikte Avrupa'ya gönderilir. Önce müdendislik,
sonra diş hekimliği okumaya kalkar. Ama kendini gezip görmekten ve yazmaktan
alıkoyamaz. Yazmaya adar naçizane ömrünü. Efsanevi eseriKör
Baykuş'ta yazacağı gibi: "... beni bu oda köşesinde tümörler
gibi, kanserler gibi azar azar yemiş bitirmiş dertlerimi kâğıda geçirmek
istiyorum..." der adeta. Avrupa'da geçirdiği yıllar boyunca hayat ve ölüm
sorunları üzerine çalışır. 1927'de Vejetaryenliğin Yararları adlı kitabı
yayımlanır. Hidâyet, iflah olmaz bir vejetaryendir. Çocukken bir bayramda kurbanı
kesilirken görür ve hayatı boyunca ağızına bir daha et koymaz. Hidâyet, 1927'de
Tahran'a döner. 1936 yılına kadar birçok kitabı yayımlanır (Diri Gömülen, Üç
Damla Kan, Alacakaranlık, Hayyam'ın Terâneleri, Aleviye Hanım, Isfahan: Yarım
Cihan) ve aynı yıl Hindistan'a gider. İşte başyapıtı ve unutulmaz eseri Kör Baykuş'u da burada
yayımlar. İran'a döndüğünde ortalık iyice karışmıştır. Her şey daha da kötüye
gitmektedir. Ömrü boyunca İran'ın yaşadığı değişimlere tanık olan, İran ile
birlikte altüst olan Hidâyet, gitgide karamsarlaşır ve alegorik bir tarz
seçerek yazmaya devam eder. İşte tüm bunlardan Aylak Köpek doğar. Birkaç yıl
sonraysa Hacı Aga ile tam anlamda gerçekçi, sert ve saldırgan bir noktaya
ulaşır yazınında. Ömrünün son yıllarını ise Kafka'nın ve Avrupalı başka
yazarların kitapların çevirmekle geçirir. 1950 yılının sonlarına doğru İran'dan
ayrılır ve Paris'e gider. Gidişinden dört ay sonra da intihar eder.
İran toplumu çöktükçe Sâdık Hidâyet de sarsıldı. 20. yüzyıl başlarında İran'ın yaşadığı Doğu-Batı ikilemini o da yaşadı. Onun yaşamı ve kişiselliği toplumdan bağımsız değildi. Bundan dolayı, okunduğunda şaşkınlıkla karşılanacak, okuyanı yerine mıhlayacak ya da zamansız ve mekânsız bir âleme götürecek kitaplar yazdı. Ölüm üzerine bu kadar çok yazması, ona methiyeler düzmesi, kitaplarının kahramanlarını ve onu başka bir âleme yakınlaştıran yegâne şey oldu belki de. Doğu'nun öykücülüğü ile Batı yazınını bütünlüklü bir şekilde kaynaştırdı. Hidâyet'in kitaplarını Türkçeye çeviren Mehmet Kanar, özellikle Kör Baykuş, Diri Gömülen ve Üç Damla Kan'da Hidayet'in kendini anlattığını ve intiharın yazılı provasını yaptığını söyler. Özellikle, "bir afyon tiryakisinin güzelliği ve dürüstlüğü aradığı yolda yenik düşerek kendini şeytana teslim edişini" anlattığı Kör Baykuş, Hidâyetin tüm yaşamını özetler. "Alçakgönüllülüğü, insan ve hayvan sevgisi, haksızlık ve gadre uğrayanların, ezilenlerin kaderlerine ilgisi, acıması, fedakârlığı, güzelliğe saflığa karşı sonsuz arzusu ve bunları boşuna araması; dostları arasında her zaman söylenir, konuşulurdu" diyor en yakın arkadaşı Bozorg Alevî.
İran toplumu çöktükçe Sâdık Hidâyet de sarsıldı. 20. yüzyıl başlarında İran'ın yaşadığı Doğu-Batı ikilemini o da yaşadı. Onun yaşamı ve kişiselliği toplumdan bağımsız değildi. Bundan dolayı, okunduğunda şaşkınlıkla karşılanacak, okuyanı yerine mıhlayacak ya da zamansız ve mekânsız bir âleme götürecek kitaplar yazdı. Ölüm üzerine bu kadar çok yazması, ona methiyeler düzmesi, kitaplarının kahramanlarını ve onu başka bir âleme yakınlaştıran yegâne şey oldu belki de. Doğu'nun öykücülüğü ile Batı yazınını bütünlüklü bir şekilde kaynaştırdı. Hidâyet'in kitaplarını Türkçeye çeviren Mehmet Kanar, özellikle Kör Baykuş, Diri Gömülen ve Üç Damla Kan'da Hidayet'in kendini anlattığını ve intiharın yazılı provasını yaptığını söyler. Özellikle, "bir afyon tiryakisinin güzelliği ve dürüstlüğü aradığı yolda yenik düşerek kendini şeytana teslim edişini" anlattığı Kör Baykuş, Hidâyetin tüm yaşamını özetler. "Alçakgönüllülüğü, insan ve hayvan sevgisi, haksızlık ve gadre uğrayanların, ezilenlerin kaderlerine ilgisi, acıması, fedakârlığı, güzelliğe saflığa karşı sonsuz arzusu ve bunları boşuna araması; dostları arasında her zaman söylenir, konuşulurdu" diyor en yakın arkadaşı Bozorg Alevî.
Hocam bu kitabı iki kez okudum, her ikisinde de anlamadım. Kitapla ilgili açıklamaları okudum anlamak için. Ama kendi okumamdan hiçbir şey anlamadım. Kitabı bana anlat deseler anlatamam.
YanıtlaSilÇok güzel ve aydınlatıcı olmuş yazın Mustafa Hocam ,ben de okudum kitabı ve maalesef hakkını veremedim .Gerçekten çok derin ve alegorik yeniden dönüp okumalı ...
YanıtlaSilKitap bizim trajedimizi anlatıyor aslında batı bize bizi öğretti biz kendimizi batının gözüyle yaşıyoruz.Yaşanılanla gerçek arasındaki mesafeyi aydınlar görüyor ve acısını onlar çekiyor.
YanıtlaSil