8 Ocak 2017 Pazar

İki Arada Bir Derede Kalanların Romanı: KÖR BAYKUŞ / Sadık HİDAYET


Bu dar hacimli metni iki kere okudum, ilkinde hiçbir şey anlamadığımı itiraf edeyim. Nedendir bilmem, öyle ki kalemdanlara baykuş resmi çizen bir ressamdan başka  ne bir olay ne bir kişi ne bir fikir kırıntısı kaldı aklımda. Kitap aslında benim gibi ne yapacağını bilemeyen okur için yol gösterici önsöz (Türkçede İran Edebiyatı ve Doğumunun 75. Yılında Sadık Hidayet / Behçet Necatigil,Çevirmen), sonsöz (Sadık Hidayet’in Biyografyası / Bozorg Alevi, Hidayet’in yakın arkadaşı) ve sözlük (Çevirmen mi Editör mü bir başkası mı hazırlamış, belirtilmemiş) ekleriyle yayımlanmış, ayrıca kitabın yayımlanma  serüvenini anlatan arka kapak yazısı da çok doyurucu ama yine de altı çizilesi bir cümleye dahi rastlayamamayı ilk okumam için talihsizlik olarak değerlendirmiş ve çokça da kendimi suçlamıştım. Okuyorum ama anlayamıyorum, bakıyorum ama göremiyorum; bu düpedüz bir körlük başlangıcı. Bu sefer, Tuzla Thyke-14 Grubundaki arkadaşlarımın ısrarı ve benim önerimle Ocak 2017 kitabı olarak Kör Baykuş’u seçtik. İkinci okumamı daha dikkatli yaptım:
İkinci sayfada çok çarpıcı bir cümle: “Şimdi yazmaya karar vermişsem bunun tek nedeni kendimi gölgeme tanıtmak isteğidir.” Geriye döne döne okudum. 74 sayfa ama çok yoğun, çok ağır bir metin. Baştan sona alegorik, hatta Divan edebiyatına İran edebiyatından geçen Sebk-i Hindi (alegori içinde alegori, bir sözcüğü çok anlamlı, girift ve karmaşık anlamlı olarak kullanma sanatı) özellikli olduğu kanısına vardım. Felsefi bir roman. Yazarın “duvardan doğru eğilmiş, yazdıklarını oburca yutmak, yok etmek isteyen gölgesi”nin belki yazarın dostları, yakın arkadaşları, belki diğer insanlar, hatta Tanrı olabileceğini –örnekleri artırabiliriz- düşündüm. Yazarın kendisi mi tam bilemediğimiz –adı olmadığı için otobiyografik olma ihtimali yüksek- bir anlatıcı var başkişi olarak. Başkişi insan ama aynı zamanda, yansıyan olarak Dünya, Doğa, Evren, İnsanlık, Tanrı olarak da düşünülebilir.  Diğer kişiler: Yazarın evlendiği, ona daha çok bir melek gibi görünen bir kadın. Bu kadın da birçok anlamlara gelebilir: Kahpe ve Felek yakıştırmaları Tanrı sembolüne kadar götürebilir onu. “O bir çift gözü gördükten sonra, onları gördükten sonra her işin her hareketin anlamı değeri silindi gözümden” diyor anlatıcı, okura yol gösteriyor; aşk, dünyayı başka başka gösterir aşığa. “Benim gözümde bir kadındı o, insanüstü bir yaratık bir yandan da.” “Bir bakışı yeterdi; felsefenin bütün müşküllerini, teolojinin bütün muammalarını çözmeme yeterdi.” Ressamın çizdiği resimdeki ihtiyar, kambur, Hint fakirine benzeyen adam, kitabın sonunda diğer kahramanlar gibi anlatıcıyla özdeşleşiyor ama dünyanın zorlukları, yaşamak için yapmak zorunda olduğumuz işler, zorunluluklar vb. Dünya’yı kanlı savaş ortamlarına sürükleyen düşman devletler, sevgilimize göz koyan rakipler… Hiç görünmeyen ancak sözü edilen amca ve amca sandığı başka biri, bunlar anlatıcının sıkıntılarından habersiz yaşayan -yoksa ölen mi - avam, halk... ticaret ve kaptanlık yapıyorlar."Her neyse ihtiyar ve kambur biriydi amcam.” Karakter geçişleri başladı. “Bir dev aynasında benim portremdi sanki.”
Arabacı ihtiyar, bu da diğer ihtiyarlar gibi bir ihtiyar. Her şeyi biliyor, her işi yapıyor: Hamal, mezar kazıcı, arabacı…
Dünya’yı, şehveti, devleti, kuvveti temsil eden kasap. Ressamın saatlerce, günlerce, aylarca penceresinden seyrettiği, bir kemerin altında oturan, sütannesinin çömlekçiymiş dediği, hurdacı,  acayip ihtiyar da kaderi, büyük melekleri…aklıma getirdi.
Kendisini de büyüten kadına olan bağlılığı, o kadının kızı olan kadınla evliliğe götürüyor kahramanımızı. Burası tam bir alegoriler denizi. Kayıkta kahpe yazıyor kader yerine. Ama evlilikte birleşme yok, erkek çok istekli ama kadın (kahpe) mazeretli. Binbir Gece Masallarında, Doğu kültüründe, Yusuf ile Züleyha’da, Leyla ile Mecnun’da vd. de istemeden yapılan işleri, sahte aşkları anlatmak için  aynı motif var. “Sanki çok eski insanların, bu gibi masalların aracılığıyla sonraki kuşaklara geçmiş o hareketleri, düşünceleri, arzu ve adetleri; bizim hayatımızın gereklerindendir.”
Karısının küçük kardeşi, kayınbiraderiyle sapık ilişkisi, tarihin derinliklerinden koparılan Lut hikayelerinin günümüzde de yaşandığını mı anlatıyor? Aynı konuyu Thomas Mann, Venedik’te Ölüm’de işliyor. O Yunan mitolojine bağlıyor sorunun kaynağını, Hidayet, kutsal kitaplara. Tanrı’dan kaçış yahut şirk, isyan. Şahcan kim, karısı mı, karısının annesi mi, kayınbiraderi mi yahut ne fark eder? Şahcan, sevgi, samimiyet belirten ve çok kullanılan bir kız adı imiş oralarda.
 Dadı var bir de romanda, bir çocuğa bakar gibi kahramanımıza bakan. İyiliği, yardımseverliği, insanlığı temsil ediyor. Bir sürü sarhoş polisler de herhalde, eğlenceyi, arzu ve tutkuların aşırılığını, kötülüğü...   Belirli bir örgü içinde anlatılmadığı için olaylar aklımızda kalmıyor diye de düşünmüyor değilim. Gerçek ile hayalin, uyanıklık ile rüyanın iç içe anlatıldığı romanda olay,  bir yorumcu tarafından şöyle özetlenmiş, fazlası var noksanı yok:
“Başkarakterimiz kendini gölgesine tanıtma ihtiyacıyla anlatmaya başlar. Kendini toplumdan soyutlamış bir adamdır. Bütün gün kalemdanlar yapmaktadır. Bir gün evine kendini amcası olarak tanıtan bir ihtiyar gelir. İhtiyar kambur, başına Hind şalı sarmış ve üzerine eski sarı bir aba almıştır. Bu ihtiyar tasvirini kitap boyunca farklı karakterler olarak görmeye devam edeceğiz. Yeri geldiğinde servinin gündüzsefası uzattığı biri, yeri geldiğinde bir arabacı. Hikayeye geri dönecek olursak ihtiyar eve gelir ve bir köşeye oturur. Baş karakterimiz onu iyi ağırlamak istediği için evinde kalan tek şeyi yani raftaki eski şarabı almaya gider. Tam şarabı aldığında pencerenin ötesinde siyah entarili bir servi görür. Servi yerde oturan kambur bir ihtiyara mavi bir gündüzsefası uzatmaktadır. Bu sahne onun ruhunda büyük bir değişikliğe neden olur. Kendine geldiğinde amcası olan ihtiyar gitmiştir. Şişeyi yerine koymak için karakterimiz yine rafa geldiğinde bu sefer pencereyi kaybolmuş olarak görür. Sanki hiç var olmamış gibidir. Sanki zihni ona oyunlar oynuyordur. Bir gün akşam yürüyüşünden sonra eve geldiğinde siyah elbiseli o kızı karyolasına uzanmış olarak bulur. Gidip kızın nefes alıp almadığına bakar. Kız ölmüştür. Onun güzelliğini resmetmek ister. Çizmeye başlar ama bir şey eksiktir. Kızın gözlerini de resmetmesi gerekiyordur o anda kızın gözleri bir anlığına açılır. Bu belki de karakterin zihninin ona oynadığı bir oyundur. Gözlerine kısa bir saniye onu kâğıda aktarmasına yeterlidir. Kız gelip ona ruhunu ve tenini teslim etmiştir bu yüzden onun mezarını kimsenin görmesine izin veremezdir. Onu parçalara ayırır ve bir bavula koyar. Dışarı çıktığında ihtiyar kambur bir adam ona yardım edebileceğini söyler. Onu ıssız mavi gündüzsefalarıyla dolu bir yere getirip bir mezar kazar. Karakterimiz bavulu gömüp üstünü kimse bulamayacağı şekilde kapar ve evine döner.” (Eda Yılmaz / Kör Baykuş Tanıtımı)
Romanda zaman kavramı da belirli değil. Geçmiş zaman şimdi zaman birbirinin içine geçmiş. Masalsı bir hava veriyor bu da metine.
Romanda kullanılan her nesne adının, Fars kültüründe, İran mitolojisinde bir anlamı olduğunu düşünüyorum. Servi ağacı laf olsun diye seçilmemiş mesela: Eski Yunan’dan İslam dünyasına da geçen bir inanışa göre  servi ağacı lambaya benzer ve bu dünyanın aydınlığından kabrin karanlığına düşen ölünün yolunu aydınlatsın diye  mezarlıklara dikilir. Kahramanımız acılarını unutmak için kendini şaraba ve afyona kaptırıyor. Şarap, aşkı meşki; afyon yok oluşu çağrıştırıyor.
Olaylar, Rey kentinde geçiyor, Dünyanın Gelini dedikleri kentte. Diğer nesneler için de birçok açıklama yapılmış kitabın sonunda. Mekan olarak da bir kulübeden söz ediyor anlatıcı ama orası aslında bir mezar.
Romanın dil ve anlatımı çok çarpıcı, çok sarsıcı. Şiirsel. Öyle bir konudan söz ediyor ki başlarken anlatıcı, kimselere anlatılamayacak bir insanlık yarasını deştiğini söylüyor. Kafkavari cümlelerle dolu metin. .“Kapılar ve pencereler bu dünyaya kapatıldı mı yine de yer yer güzelim bir var oluşun görüntüsü hatta başlangıcı sayılabilir.”  Bu cümle Kör Baykuş’tan değil, Kafka’dan. İkisi de çöküş yazarı.  Rüya ile gerçek arasında gidip geliyor. Kadını görüyor (rüyada mı gerçekte mi belli değil) dokunmak istiyor, ya kayboluyor kadın ya ölüyor. Testi bile ceset olup gögsüne baskı yapıyor. Ürpertici bir anlatım. Romanın yazıldığı dönem I. Dünya Savaşı sonrası, büyük savaşın etkilemediği ülke ve insan yok denebilir. Bir de Batı’yı gören Doğulu aydınların “Neden geri kaldık?” yarası var ki bireysel korkuların üzerine tuz biber ekiyor. Ziya Paşa’nın, Namık Kemal’in, Mehmet Akif’in, Kemal Tahir’in, Tanpınar’ın, Oğuz Atay’ın içini kavuran büyük yara. Bir yorumcunun dediği gibi: “Bunu kapalı ve toplumsal bir bilincin içinde yer alıp mekanik ve seküler Batı toplumunu tanıma imkânı bulmuş bir yazarın gelgitleri olarak anlayabiliriz.” Sadık Hidayet ikinci büyük savaşı kaldıramamış, daha önce denediği kendini yok etme eylemini kararlı bir şekilde uygulamış. Bireysel olarak yazarın savaşı, toplumsal kadere, Tanrı’ya isyana kadar gidiyor. Kafka’da varoluşçuluk olarak görülen düşünce yoğunlaşması Sadık Hidayet’te yok oluş olarak patlıyor. İki büyük savaşın, ümitsizliğe, karamsarlığa, korkuya sürüklediği Hidayet çıkış yolunu üç yüz senedir yalpalayan Doğu aydınları gibi kah Batı medeniyetinde kah gelenekte arıyor. Ömer Hayyam onun için iyi bir liman ama Hidayet, limana bağlanacak durağanlıktansa azgın dalgalarla boğuşmayı yeğliyor, coşkun, cesur ve bilinçli.Hayyam'ın iki rubaisiyle bu görüşümü örnekleyeyim:
“Tanrı gönlünce yaratır da her şeyi
Neden ölüme mahkum eder hepsini
Yaptığı güzelse neden kırar atar
Çirkinse suçu kim kime yüklemeli?”

“Felek ne cömert şu aşağılık insanlara
Han hamam dolap değirmen hep onlara
Kendini satmayan adama ekmek yok
Sen gel de yuh çekme böyle dünyaya!”

Alegorik ve gerçeküstü anlatımıyla Kafka’yı andıran Hidayet’in romanı okura bıraktığı etki ile Göthe’nin Genç Verter’in Acıları’na benziyor. Onu da okuyan birçok insan intihar etmiş. İran devleti o gün de bu gün de intihara neden oluyor diye mi yasaklıyor bu romanı bilmiyorum ama konusu kavrandıktan sonra romanın adından dolayı dahi yasaklamış olabilirler. Hem kör hem baykuş, uğursuzluk demektir ve kime Kör Baykuş denildiği de az çok anlaşılıyor. Her şey bir tek ve aynı şey ise, okçu attığı ok ile kendini vuruyor. Bizde de Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı aydın ıstırabını yansıtması yönüyle Kör Baykuş’un yanına gidiyor.
Kitaptan seçtiğim cümleler:
“Ben başka türlüsünü değil ancak zehirlenmiş bir hayatı yaşayabilirdim.” S.26
 “Eski minyatürlerdeki rumuzları kolaylıkla çözebilir, çetin felsefe kitaplarındaki sırlara biçim ve türlerdeki ezeli aptallıklara erişebilirdim. Çünkü o anda yeryüzünün gökyüzünün dönüşüne, bitkilerin büyümelerine, canlıların devinimlerine  katılmıştım, ortaktım onlara. Geçmiş, gelecek, yakın uzak,  his hayatımla eş ve ortak olmuşlardı.” S.27
“Hepsi birbirinin kopyası tatsız, ruhsuz resimleri boyayan ben şaheser olacak ne çizebilirdim?” s.27
“Ne kadar muhtasar ve sade olursa olsun bir resim etkili olmalı, canlı olmalıdır.” S.27
“Parmak uçlarına basa basa çekip gidiyordu gece.” S.29
“Duvarlarda ne vardı ki ta kalbine kadar üşütüyor, ürpertiyordu insanı.” S.31
“Herkes beni terk etmişti, cansız varlıklara sığınıyordum.” S.34
“Bulutların gerisinden yıldızlar, siyah pıhtı kanlarda beliren parıltılı gözlerin bebekleri gibi yeryüzünü seyrediyorlardı.” S.35
“Kendimden kaçmak istiyordum.” S.36
“Kendimi bütün ruhumla unutmanın uykusuna bırakmak istiyordum.”s.38
“…bir mürekkep damlasında, bir musiki ahenginde ya da renkli bir ışında erir giderdim ve sonunda dalgalar ve şekiller öyle büyürlerdi ki hissedilmezin içinde silinir yok olurlardı.” S.38
“Ben bir başka, çok eski bir dünyaya doğmuştum.” S.38
“Ben hep, dünyada susmaktan daha iyi bir şey yoktur, Butimar (Su içmeyen kuş) gibi olan insan daha iyi insandır diye düşünürdüm.” S.39
“…ne malım var kadıya yedirecek ne dinim var şeytana verecek.” S.39
“Nereye baksam çoğalmış gölgelerimi görüyorum.” S.40
“Hayat baştan başa kıssadır, hikayedir.” S.41
“Dünün bir olayı bana bin yıl öncesinin bir olayından daha eski, daha önemsiz geliyor.” S.41
“Kasabın mesleğinden pek memnun olduğunu köpek de bilir.” S.43
“Dünyanın bütün ilişkileri yüzünde toplanmıştı.” S.47
“…kadın tavlama işini karımın aşıklarından öğrenmek istiyordum.” S.49
“Gözlerimde ölümün gölgesini görmüştüm.” S.50
“…mezarda olan için zaman anlamını kaybeder.” S.52
“Dağılan, çözülen bir kitleydim ben.” S.53
“Dünya ıssız yaslı bir ev gibi görünüyordu gözüme.” S.56
“Rüyaların kesik kopuk, anlaşılmaz sözleri gibi şırıldıyordu su.” S.57
“Duymuştum: İnsan, gölgesini duvarda başsız görürse hemen o yıl ölürmüş.” S.58
“Öyle uzak, silinmiş sönmüştü ki ben geceki rüyayı sanki yıllar önce, çocukluğumda görmüştüm.” S.60
“Ben çoğu zaman, unutmak, kendimden kaçmak için hatırlıyorum çocukluğumu.” S.61
“…ölümden korkuyordu, güz gelince evlere sığınan sinekler gibi.” S.61
“bazı kimselerin ölümle savaşı daha yirmisinde başlar; birçokları da yağı bitmiş lambalar gibi sessiz, yavaş, ecelleriyle sönerler.” S.61
“…bendeki bu utanma ve haya duygusunun kökeni de sadece şehvettir.” S.63
“bana öğrettikleri dualar, ölüm korkusu karşısında etkisizdiler.” S.64
“İçimde müphem bir arzu: Bir deprem olsa da bir yıldırım düşe de sakin, pırıl pırıl bir dünyaya yeniden doğsam.” S.66
“…öldüm mü upuzun parmaklarım olsun istiyordum.” S.69
“Tek tesellim ölümden sonra hiçlik ümidiydi.” S.70
“Ben ki henüz yaşadığım dünyaya bile alışamamışım, bir başka dünya neyime yarardı benim?” s.70
“Tanrı bir sonradan görme miydi ki dünyalarını ille de göstermek istesin bana?” s.70
“Yalnızlık ve inziva sonsuz, koyu yoğun gecelere benziyordu.” S.70
“Yalnız ölüm yalan söylemez.” S.70
“hayat, soğuk kayıtsız, herkesin maskelerini çeker alır zamanla; maskeleri de hani çoktur herkesin. Fakat bazıları hep aynı maskeyi kullanırlar, ister istemez kirlenir, yıpranır bu maske.” S.72
“Korkuyla görüyordum: karım büyümüş, akıllanmış, bense çocuk kalmıştım.”s.77
“Kaç dakika, kaç saat hatta kaç yüzyıl geçti bilmiyorum.” S.77
“Bir Tanrı olmuştum, Tanrıdan da büyüktüm, çünkü içimde sonsuz, ebedi bir ırmağın aktığını hissediyordum.” S.78
“İnsanoğlunun bütün acılarını, sevinçlerini ve aşklarını kendimde hissetmem için bana belki de bir an yetmişti.” S.78
“Kur’an okuyan ihtiyarın, kasabın, karımın maskelerini kendi yüzümde görüyordum.” S.79
“Nedir şk? O aşağılık kimseler için bir edepsizlik, geçici adi bir zevk, bir eğlence.” S.80
“Gölgem çok çok güçlüydü, belirgindi gerçek cismimden.” S.84
“Duvardaki gölgem tıpkı bir baykuş gölgesiydi.”s.84
“…aşk ve kin aynı şeydiler.” S.85

KİMDİR?
Sadık Hidayet’in kim olduğuna dair beğendiğim bir yazıyı internetten buraya alıyorum.(Kaynak: Burcu Aktaş Arşivi, Dünya Hep Ona Dokundu)
Bu hassas adam, bu yalan dünyaya 17 Şubat 1903'te Tahran'da gözlerini açar. Doğduğunda İran'da Meşrutiyet Devrimi'nin başlamasına iki yıl vardır. Batılılaşma sürecine girilen bir dönemde büyür. Kuzey İran'dan gelmiş soylu bir ailenin oğlu olan Hidâyet, kendi hâlinde içine kapanık bir çocuktur. Batılı bir eğitim alır ve Saint Louis Akademisi'ne yazılır. Yirmi yaşına geldiğinde babasının evindeki odasına sırtını döner ve ailesiyle bağlarını koparır. Ailesininkinden başka bir sosyal yaşımı tercih eder. Böylelikle ailenin koruyucu kabuğunu kendi isteğiyle reddetmiş olur. Yirmi yaşındayken ilk kitabı Rubaiyyât-ı Hakîm Ömer Hâyyam'ı (Filozof Ömer Hayyam'ın Rubaileri) yayımlar. 1925-26 yılında Saint Louis Akademisi'ni bitirdiğinde, Rıza Şah tarafından bir grup öğrenciyle birlikte Avrupa'ya gönderilir. Önce müdendislik, sonra diş hekimliği okumaya kalkar. Ama kendini gezip görmekten ve yazmaktan alıkoyamaz. Yazmaya adar naçizane ömrünü. Efsanevi eseriKör Baykuş'ta yazacağı gibi: "... beni bu oda köşesinde tümörler gibi, kanserler gibi azar azar yemiş bitirmiş dertlerimi kâğıda geçirmek istiyorum..." der adeta. Avrupa'da geçirdiği yıllar boyunca hayat ve ölüm sorunları üzerine çalışır. 1927'de Vejetaryenliğin Yararları adlı kitabı yayımlanır. Hidâyet, iflah olmaz bir vejetaryendir. Çocukken bir bayramda kurbanı kesilirken görür ve hayatı boyunca ağızına bir daha et koymaz. Hidâyet, 1927'de Tahran'a döner. 1936 yılına kadar birçok kitabı yayımlanır (Diri Gömülen, Üç Damla Kan, Alacakaranlık, Hayyam'ın Terâneleri, Aleviye Hanım, Isfahan: Yarım Cihan) ve aynı yıl Hindistan'a gider. İşte başyapıtı ve unutulmaz eseri Kör Baykuş'u da burada yayımlar. İran'a döndüğünde ortalık iyice karışmıştır. Her şey daha da kötüye gitmektedir. Ömrü boyunca İran'ın yaşadığı değişimlere tanık olan, İran ile birlikte altüst olan Hidâyet, gitgide karamsarlaşır ve alegorik bir tarz seçerek yazmaya devam eder. İşte tüm bunlardan Aylak Köpek doğar. Birkaç yıl sonraysa Hacı Aga ile tam anlamda gerçekçi, sert ve saldırgan bir noktaya ulaşır yazınında. Ömrünün son yıllarını ise Kafka'nın ve Avrupalı başka yazarların kitapların çevirmekle geçirir. 1950 yılının sonlarına doğru İran'dan ayrılır ve Paris'e gider. Gidişinden dört ay sonra da intihar eder. 

İran toplumu çöktükçe Sâdık Hidâyet de sarsıldı. 20. yüzyıl başlarında İran'ın yaşadığı Doğu-Batı ikilemini o da yaşadı. Onun yaşamı ve kişiselliği toplumdan bağımsız değildi. Bundan dolayı, okunduğunda şaşkınlıkla karşılanacak, okuyanı yerine mıhlayacak ya da zamansız ve mekânsız bir âleme götürecek kitaplar yazdı. Ölüm üzerine bu kadar çok yazması, ona methiyeler düzmesi, kitaplarının kahramanlarını ve onu başka bir âleme yakınlaştıran yegâne şey oldu belki de. Doğu'nun öykücülüğü ile Batı yazınını bütünlüklü bir şekilde kaynaştırdı. Hidâyet'in kitaplarını Türkçeye çeviren Mehmet Kanar, özellikle
 Kör Baykuş, Diri Gömülen ve Üç Damla Kan'da Hidayet'in kendini anlattığını ve intiharın yazılı provasını yaptığını söyler. Özellikle, "bir afyon tiryakisinin güzelliği ve dürüstlüğü aradığı yolda yenik düşerek kendini şeytana teslim edişini" anlattığı Kör Baykuş, Hidâyetin tüm yaşamını özetler. "Alçakgönüllülüğü, insan ve hayvan sevgisi, haksızlık ve gadre uğrayanların, ezilenlerin kaderlerine ilgisi, acıması, fedakârlığı, güzelliğe saflığa karşı sonsuz arzusu ve bunları boşuna araması; dostları arasında her zaman söylenir, konuşulurdu" diyor en yakın arkadaşı Bozorg Alevî.


3 yorum:

  1. Hocam bu kitabı iki kez okudum, her ikisinde de anlamadım. Kitapla ilgili açıklamaları okudum anlamak için. Ama kendi okumamdan hiçbir şey anlamadım. Kitabı bana anlat deseler anlatamam.

    YanıtlaSil
  2. Çok güzel ve aydınlatıcı olmuş yazın Mustafa Hocam ,ben de okudum kitabı ve maalesef hakkını veremedim .Gerçekten çok derin ve alegorik yeniden dönüp okumalı ...

    YanıtlaSil
  3. Kitap bizim trajedimizi anlatıyor aslında batı bize bizi öğretti biz kendimizi batının gözüyle yaşıyoruz.Yaşanılanla gerçek arasındaki mesafeyi aydınlar görüyor ve acısını onlar çekiyor.

    YanıtlaSil