3 Aralık 2016 Cumartesi

VAROLMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ YAHUT BU DÜNYANIN AĞIRLIĞI



Bazı kitaplar okunacakları zamanı bekler.  Aldığım ama uzun süre okuyamadığım –alalı tam 30 yıl olmuş- kitaplardan biri de Çek yazar Milan Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği. Bu kitabı neden bunca zaman okuyamadığımı tam bilmiyorum. Birkaç kez okumak için elime aldığımı ancak her seferinde başlamadan yerine koyduğumu hatırlıyorum, o kadar. Ama şimdi işte Tuzla Thyke -14 Grubu’ndaki sevgili arkadaşlarım Haziran 2016 için bu kitabı seçmişler. Felsefe dönem sonu sınavlarım da bitti. Okuma arzum dayanılmaz depreşti. Fakat kitap, Kandıra'da, köydeki kitaplığımda, ben de internetten –bedavaymış- indirdim, telefonumdan okudum. Akıcılığından mı, telefonda okumanın kolaylığından mı bilmiyorum ama iki günde okudum.Üç yüz otuz altı sayfa, sular seller gibi geldi bana. Aslında ağır kitap, bir sürü felsefi, sosyolojik, teolojik, siyasi, edebi fikirler ortaya koyuyor Kundera ve onları okuyucuyla tartışıyor, kadın erkek ilişkilerini, varlık – yokluk, ezelilik - ebedilik ekseninde irdelemeye çalışıyor. Bir kadın ve bir erkekten oluşan roman kişilerinin davranışlarını sergilediği basit olay örgüsünün arka planında soğuk savaş döneminin sıcak olayları, 1968 Çekoslovakya’nın Sovyet orduları tarafından işgali ve bu işgalden özellikle aydın kesimin nasıl etkilendiği gözler önüne seriliyor.
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, kendine özgü bir yazım tekniğiyle yazılmış. Klasik roman tekniğine pek uymamış yazar, kahramanların eylemlerini değil eylemlerin ortasında kalmış kahramanları izletiyor okuyucuya. Hemen göze çarpan bu özelliğiyle, Kundera deneme ile roman türlerini meczetmiş, karıştırmış. Romanın yapısındaki bu yeniliği mi yoksa konusunun ilginçliği mi ilgiyi daha çok üzerine çekmiş de böyle ünlü bir roman olmuş, ayrıca araştırılması gerekir. Yazar kitabın iskeletini şu başlıklarla çatmış:

I – AĞIRLIK VE HAFİFLİK
II- RUH VE BEDEN
III-  YANLIŞ ANLAŞILAN SÖZCÜKLER
IV-RUH VE BEDEN
V- AGIRLIK VE HAFİFLİK
VI- BÜYÜK YÜRÜYÜŞ
VII- KARENİN’İN GÜLÜMSEYİŞİ
Bu başlıkların tamamı felsefi deneme hatta makale yazıları için atılsa hiç de yadsınmadan altı doldurulabilir.
Dinleyici-okuyucularını karşısına almış bir meddah gibi düşünceleri ve olayları anlatan yazar yahut yazarın romana soktuğu anlatıcı kahraman, anlatısına Ebedi Dönüş mitosuyla başlıyor. Daha işin başında okur, Antikçağ filozofu Parmenides’ten son dönem filozoflarından Nitzsche’ye, Hz. İsa’dan Hitler’e, Afrika’daki kabile savaşlarından Fransız Devrimi’ne değin bir çok kişi ve olay hatırlatmasıyla  “çifter çifter karşıtlıklara bölünmüşlük” düşüncesiyle evreni ve olayları kavramaya yöneltiliyor: “hafiflik – ağırlık karşıtlığı bütün karşıtlıkların en gizemlisi, en çift anlamlısıdır.” Anladık mı anladık, öyleyse anlatıcı kahramanımız ya da bilge yazarımız kendi tanık olduğu serüvenleri anlatmaya başlıyor. Serüvenler az kişili, anlatıcı da tatlı dilli olunca olaylar hızla akıyor, o ağır felsefi, sosyolojik ve siyasi sorunlar, edebiyat (öykü) hafifliği, letafeti ile izleniyor, sayfalar istekle çevriliyor. Okur, yazara yaklaşıyor.
Boşanmış ve bir oğlu olan doktor Tomas, küçük bir Çekoslavakya kasabasında bir genç kız ( garson muydu hemşire miydi? Sonradan fotoğrafçı, gazeteci) tamamen bir rastlantısal olarak  Tereza  ile karşılaşıyor. İkisini birbirine çeken şey “kitap kardeşliği”. “Tereza'nın gözünde kitaplar gizli bir kardeşlik bağının işaretiydi.”
Mitolojik öyküde anlatıldığına benzer biçimde   nehirden sandık içinde gelen çocuğun benimsenmesi gibi sahip çıktı kıza Tomas, ne istediğini tam bilemeden.
“Sadece bir tek hayat yaşadığımız için bu hayatı öncekilerle karşılaştıramaz ya da kusurlarımızı gelecekteki hayatlarımızda gideremeyiz, bu nedenle de ne istediğimizi bilemeyiz.”
“Yaşam öncesi ilk prova yaşamın ta kendisiyse ne değeri olabilir yaşamanın? Yaşamın hep bir taslak gibi olması… Yok taslak da tam anlatamıyor demek istediğimi, çünkü taslak bir şeyin ana çizgileriyle belirmesi demektir, bir resmin az çok ortaya çıkmasıdır, yaşamımız dediğimiz taslaksa hiçbir şeyin taslağı değildir, bir resmin resme dönüşmeyecek ana çizgileridir.
‘Einmal ist keinmal’. Sadece bir kere olan şey diyor Alman özdeyişi, hiç olmamış sayılır.”  Türkçe’de de buna yakın bir deyiş var: “Bir kereden bir şey olmaz!”
Olayları anlatırken yazar sayılarla oyun kuruyor, anlatıma renk katıyor: Altılı(6'lı) tesadüfler, üçler kuralı,parktaki sarı sıra vd. Ama ne olursa olsun yazar dağarcığındaki bilgiyi okura vurgulayarak veriyor: “Seni sevmemin nedeni “ derdi Sabina ona “kitsch’in tam karşıtı olman.” Kitsch(kiç) nedir yahu?
Aralarında “erotik dostluklar” (tabir yazara ait) kahramanların iç dünyalarından, özel hayatları üzerinden insan ilişkileri, bu ilişkilerin üzerinden de çok uzaklardaki insanların günlük yaşamlarını etkileyen siyasal sistemler eleştiriliyor. Sovyetlerin 1968 Çekoslavakya işgali arka planda ana olay olarak yer alıyor.
Avrupalı aydınların günlük yaşamlarından da ilginç kesitleri gözler önüne seriyor yazar. Tomas,  evine gelen misafirle yatakta işini bitiriyor ama onu evde uyutmuyor, yanında biri varken uyuyamadığını ileri sürüyor.”ne banyoda dişlerini fırçaladığı başka biri tarafından duyulsun istiyordu ne de iki kişi baş başa kahvaltı etme düşüncesini çekici buluyordu. Kadın erkek ilişkilerinde bağlılık esas değil herkesin birden fazla ilişkide olduğu kişi var ve herkes bunu biliyor.  Evlilik kutlaması gibi boşanma kutlaması da yapılıyor.
“Bir kadınla sevişmek ve bir kadınla uyumak iki ayrı tutkudur, sadece farklı değil aynı zamanda da zıt tutkular. Aşk çiftleşme arzusunda duyurmaz kendini, uykuyu paylaşma arzusunda duyurur.”
Tomas, sevgilileri arasında en çok değer verdiği ressam Sabina’dan yeni sevgilisi Tereza’ya iş bulması konusunda yardım istiyor. Sabina da Tomas kendisini terk etmesin diye (herhalde) Tereza’ya koltuk çıkıyor, onu fotoğrafçı yapan o. İnsanlar ilişkilerini varoluş şartlarına göre değerlendirmeye, bir sonuca varmaya çalışırken (hafiflik-ağırlık) dış etkiler hayatlarını alt üst ediyor. Tomas ve Tereza işgal edilen ülkelerini terk ediyorlar, Sabina başka bir sevgili buluyor: Franz. Franz, karısını terk edip Sabina ile yaşamaya başlayacağını umarken Sabine onu terk edip Amerika’ya gidiyor. Franz da varoluşunun gerekçelerini dayattığı bir eylemde, Vietnam’ın Kamboçya’yı işgaline tepki gösteren doktorların arasında ölüme gidiyor.
Tomas ile Tereza evleniyorlar. Bir de köpekleri var. Köpeğe ad koyarken ne denli entelektüel  olduklarını anlıyoruz: Tomas, köpeğin adı Tolstoy olsun diyor, Tereza köpek dişi olduğu için bu öneriyi kabul etmiyor sonunda Anna Karenina’dan ilhamla Karenin adını koyuyorlar.
Rusların ülkelerini işgal etmelerinden kısa bir süre sonra hayatlarını tehlikede gördüklerinden  Tomas ile Tereza bir daveti kabul edip İsviçre’ye yerleşiyorlar. Sabina da İsviçre’dedir ve Tomas’la kaçamak yapar. Tereza’nın yaşamına Prag’da olduğu gibi Zürih’te de rüyaları yön verir. Bu da bir ikilem midir? Ağırlık ve hafiflik gibi. Gerçek ağır, rüya hafif veya tersi.
Yedi yılını paylaştığı Tomas’a özür dileyen bir mektup bırakıp köpeği Karenin’le Prag’a döner Tereza.
“Es muss sein. Es muss sein.” Bethoven’in bu anıştırması, o ünlü müzisyenin plaklarını aldırtan Tereza’ya bağladı Tomas’ı ve Prag'a, yuvaya, vatana dönüş.
Rastlantı bu ya! Yazgımızı belirleyen kararların öncesinde nedenini çözemediğimiz rastlantılar vardır. “ Günlük hayatımız bir rastlantılar sağanağı altında yaşanır.”
“Roman kişilerinin bir zamanlar gerçekten yaşamış olduklarına okuyucuyu inandırmaya çalışmak yazar açısından anlamsız bir çabadır. Ana rahminden çıkmamıştır roman kişileri; şu ya da bu sözcüğün itici gücünden ya da temel bir durumdan doğmuşlardır. Tomas ‘Einmal ist keinmal’ deyişinden, Tereza ise karın gurultusundan doğdu.”  Romancı, sanat ötesi bir anlatımla romanın öncesine gidiyor ya da bu bir anlatım tekniği.  Anna Karenina romanında Anna’nın kendini trenin altına atışını bir vesileyle romanına katarken de aynı anlatıma takılıyor Kundera.
“Eskinin ruh ve beden ikiliği bilimsel terimlere büründürüldü, şimdi artık buna yalnızca modası geçmiş bir ön yargı diyerek gülüp geçiyoruz. Ama âşık insana midesinin gurultusunu dinletecek oldunuz mu bir kere ruhla bedenin birliği, bilim çağının lirik yanılsaması hemen o an siliniverir.” Bir de Tereza’nın annesi var, roman kişileri arasında en sevimsizi, en sevgisizi.
“Tereza’nın annesi kızına, anne olmanın her şeyden vazgeçmek demek olduğunu hatırlatmaktan bir gün bile geri durmadı… Eğer anne, özverinin cisimleşmiş haliyse o zaman kız çocuk da onarılması mümkün olmayan kabahatti demek ki.”
Yazar, Parmanides’ten aldığı karşıtlıklar izleğine uygun düşüncelerini ortaya koyuyor sonra bu düşüncelere uygun sahneler yazıyor. Tomas’ın dünyasındaki ağırlık - hafiflik karşıtlığında ağırlığı sevecenlik, başkalarına yardım etme, hamiyet kavramı ile hafifliği ise kişisel yahut fiziksel yöneliş, şehvet kavramıyla açıklıyor ki hafiflik sözcüğünün bir anlamı, bu tür davranışların dilimizde de tam karşılığıdır. Hafif kadın. “Çünkü sevecenlikten daha ağır bir şey yoktur dünyada. Kişinin kendi acısı bile başkasıyla, başkası için hissettiği, imgelemle yoğunlaşan ve yüzlerce yankıyla uzadıkça uzayan bir acı kadar ağır çekmez.”
Ağır kavramını bir yerde, “Bethoven ağırlığı” bağdaştırmasında zor anlamıyla açıklıyor. “Zor karar”, “ağır” ya da “ağırlıklı karar.” “gereklilik, ağırlık ve değer birbirlerinden ayrılmaz biçimde örülmüş üç kavramdır, sadece gereklilik ağırdır ve sadece ağır olan şey değerlidir.”
“Gürültünün iyi bir yanı var. Sözcükleri boğuyor.” “Sözcüklerle dolu bir sürü sayfa, mezarlıklardan daha yaslı yerler olan arşivlerde üst üste birikiyor. Yaslı çünkü oraları kimse ziyarete gitmiyor, hatta Azizler Yortusu’nda bile.” “ ‘Hapishane’ ‘baskı’ ‘ yasak kitaplar’ ‘işgal’ ‘tank’ sözcükleri en ufak ülküselleştirmeye yer bırakmamacasına çirkindiler. Ülkesine ilişkin tatlı, özlemli bir anı uyandıran tek sözcük ‘mezarlık’tı.” “çünkü ölüler çocuklar kadar masumdur. Yaşam ne kadar acımasız olursa olsun mezarlıkta hep huzur vardır, Hitler’in zamanında, Stalin’in zamanında, tüm işgaller sürerken bile.”
“Gücünü neden benim üzerimde kullanmıyorsun? Sevgi,  insanın gücünden vazgeçmesi demektir de ondan.”
“Mal mülk önemli değil benim için, dedi kadın.
-Peki nedir önemli olan?
-Aşk dedi karısı gülümseyerek.
-‘Aşk mı?’ dedi Franz şaşkınlıkla.
-Aşk bir meydan savaşıdır, dedi kadın gülümsemeyi sürdürerek ‘ve ben savaşı sürdürmek niyetindeyim, sonuna kadar.’
-Aşk bir meydan savaşı ha, dedi Franz, ‘Eh, öyleyse benim savaşmaya niyetim yok.”
“Sabina’nın dramı ağırlığın değil hafifliğin dramıydı. Onun payına düşen yük değil varolmanın dayanılmaz hafifliğiydi.”
Dr. Tomas’ın işinden olup bir köye yerleşmesi şu olaya dayanır. Bir gazeteye gönderdiği yazıda Çek komünistlerini  ülkelerinin işgal edilmesinde, Rusların niyetlerini  bilmezlikle suçlayarak Oedipus hikayesindeki babasını öldürüp bilmeden anasının yatağına giren ve gözlerini kör edip tahtını terk eden Oedipus’a benzetir. Siz de bilmiyorduk diyorsanız, gözlerinizi oyun ve yönetimden çekilin.
Önce Prag’da çalıştığı hastaneden atılır, gidip gelmekte zorlandığı bir klinikte çalışırken İçişleri yetkilisi bir ajanın zorlamasıyla doktorluğu kesin olarak bırakır ve cam siliciliğine başlar. İki yıl bu işi yapar ve  taşrada bir köye yerleşirler. Orada da bir trafik kazasında ölürler.
Yeri midir bilmem ama Namık Kemal’in şu beytiyle Varomanın Dayanılmaz Hafifiliği arasında bir münasebet kuruyor aklım:
Bais-i şekva bize hüzn-i umumidir Kemal
Kendi derdi gönlümün billah gelmez yadına.
(Şikayetlerimizin nedeni genel hüzünlerdir oysa kendi dertlerim, kişisel sorunlarım aklıma dahi gelmez.)
Dünya ve ülke sorunlarıyla ilgilenmek, genel sorunlar, bağımsızlık, başkalarının dertleriyle ilgilenmek ağır, zor; bir işinin olması, ailenin olması, günlük ihtiyaçlar, erotizm, kişisel özgürlük  yaşamın hafif yanları.

Hafifliği yansıtan yoğun yatak ve cinsellik sahneleriyle dolu olsa da Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, bireysel yaşamın, aşkın, iş hayatının, ülke sorunlarıyla ilgilenmenin, hatta dünyanın geniş bir özeti. Ben de biliyorum bu özet çok uzadı ama her okundukça aklıma gelenler ile daha da uzayacağa benziyor, var olmanın dayattığı ağırlıkla.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder