PİRANDELLO
VE MATTİA PASCAL SAHİDEN YAŞADI MI YAŞAMADI MI?
İtalyan
edebiyatı denince aklıma Dante gelir. Onun dışında bir iki kitabını okuduğum
İtalo Calvino, İtalo Svevo ve Umberto Eco bildiğim İtalyan yazarlar ama 1934
Nobel Edebiyat Ödülünü kazanan Luigi Pirandello adını duymamıştım. Mattia
Pascal Sahiden Yaşadı mı Yaşamadı mı?
adlı romanını okumaya başlamadan
doğrusu Dantevari bir yönelişle İlahi Komedya esintili bir kalıpla
karşılaşacağımı sandım. Sandığım çıkmadı. Yazar sıradan bir olayı basit bir
kurgu ile roman yapmış. Kitabın başında, sunuş yazısında Charles Simic’in de
belirttiği gibi “Bu, mutsuz bir evlilikten kaçan ve iki haftalığına ortadan
kaybolduktan sonra evine dönerken bir değirmen oluğunun sularında bulunan
fazlasıyla çürümüş bir bedenin kendisine ait olduğu zannedildiğini fark eden
bir adamın öyküsüdür.”
Babasının
iflasının ailesi üzerindeki etkilerinden dolayı hayatının mutlu günlerini
sadece çocukluk yıllarından kalma zamanlardan hatırlayan okumak için kimsenin
kapısını açmadığı bir kasaba, Miragno kütüphanesinde memur olan kahramanımız
kumardan kazandığı parayla evine dönerken bir gazetede kendisinin öldüğünü
öğrenir bunun üzerine evine dönmez Roma’ya gider, başka bir kimlikle, Adriano
Meis adıyla yaşamaya çalışır. Bir aşk ve kıskançlık macerasına ilişkin
düellodan sıvışmak amacıyla ikinci kimliğini köprüden atar, doğduğu kente
Miragno’ya döner. Tabii karısı en yakın arkadaşıyla evlidir. Dokunmaz onların
hayatlarına, tek akrabası halasıyla yaşamaya ve anılarını (romanı) yazmaya çalışır.
Pascal’ın önemsiz Torino ve Napoli seyahatleri de var ama olay genellikle
Roma’da geçiyor.
Yazarın
kitabın ilk yayım tarihinden yaklaşık yirmi yıl sonra romana eklediği son
sözden anlaşıldığına göre sanal hayatlar oluşturma sanatı olarak tiyatro eserlerinin
–yazarın 44 tiyatro eseri var- eleştirilerine bir kanıt olarak Mattia Pascal
Sahiden Yaşadı mı Yaşamadı mı? romanının gerçeklikle bağlantısını gazete kupürleriyle
destekliyor, hayat ve ölüm üzerine felsefi yorumlar yapıyor.
Pirandello’nun
kişileri, umutsuz, başarısız, karamsar kişiler. Ama dili ve anlatımı eğlenceli,
ironik anlatımı seven bir yazar. Yaşamın acı yönlerini komikliklerle atlatmayı
yeğliyor. İşte romandan seçtiğim cümleler:
“Felaket görmüş insanlar, batıl inançlara
saplanırlar. Her ne kadar başkalarının saflığı ile alay etseler bile
kendilerini birden batıl inançtan gelen ümide kaptırmaktan alamazlar, tabii bu
ümitleri daima boşa çıkar.” S.70
“Sırtımıza
giydiğimiz elbiseler, biçimi ve rengiyle hakkımızda en tuhaf hükümlerin
verilmesine yol açar.” S.83
“Toprağa
yakın olmak iyidir, hele altında olmak daha iyidir.” S.88
“Eğer
bir kadın kasten yapmadıysa kocasını bir yabancı adamla karıştıramaz.” S.101
“Her cisim, bizde yarattığı ve kendi etrafında
topladığı atıflara ve çağrışımlara göre değişik bir görünüm alır. Şüphesiz
ahenkli bir idrak içinde bizde uyandırdığı çeşitli, tatlı duygularla sevdirir
kendini. Bununla birlikte ve de çok kere bize verdiği haz, eşyanın kendisine
bağlı değildir. Düş gücümüz onu bize zevk veren hayallerle süsleyerek (ve
kendisinden ayırarak) güzelleştirir. Artık onu olduğu gibi değil bizde
uyandırdığı ya da alışkanlığın getirdiği, kendisine bağladığı hayaller içinde
görürüz. Öyle ki o cisimde sevdiğimiz, kendimizden ona kattığımız şeydir;
onunla kendi aramızda kurduğumuz kaynaşma, onu dolduran ruhtur ve hatıralarımız
onu yoğurmuştur.” S.119
“Vicdan
mı? Ama vicdan bir şeye yaramaz bayım! Yeterli bir kılavuz değildir vicdan;
kendimizi başka insanlardan tecrit edebilseydik ve vicdan –doğası gereği-
başkalarına açık olmasaydı yeterli gelirdi belki. Vicdan meselesinde bence
esaslı bir ilişki var… Şüphesiz ‘düşünen ben’ ile ‘düşündüğüm öteki insanlar’
arasında; bunun için kendine yeten mutlak bir şey değildir vicdan. Bilmem
anlatabiliyor muyum… Bu düşündüğüm ya da düşündüğünüz, başkalarının duyguları,
eğilimleri, zevkleri bende ya da sizde yansımazsa ne halimizden memnun oluruz
ne huzura kavuşuruz ne de sevinç duyarız. Bizler duygu, düşünce ve
eğilimlerimizin, başkalarının vicdanında yansıması için savaşmaktayız. Ve bu
süreç gerçekleşmediğinde, hani derler ya, tohumun toprağa düşüp yeşermesi için
uygun hava şartları olmadığında yani senin fikrin başka birinin bilincinde
filizlenmediğinde, o zaman dostum, vicdanının yeterli olduğunu nasıl söylersin.”
S.122
“Nefret
ederim belagatten. Retorik denen o çenesi düşük yosmadan, o dörtgöz
sırnaşıktan. Retorik, göğsünü gerip şu ukalaca güzel sözü savurmuştu: Vicdanım
var, bu da bana yeter! Elbette çok önceleri Çiçero da “Vicdanım bana diğer
insanların söyleyeceklerinden daha çok şey ifade eder” demişti. Evet, hani
hatip olmasına iyi hatipti şu Çiçero, işte bu kadar… Tanrı bizi korusun!
Böylesi, keman çalmayı yeni öğrenmeye başlamış bir çocuğun çıkardığı seslerden
bile dayanılmazdır.” S.122
“Bir
sürü eşim dostum var; ama inanın bana, belli bir yaştan sonra, akşam eve
gidince insanı bir karşılayan olmaması hiç de hoş bir şey değil. Bunu anlayan
da var anlamayan da. Anlamak daha kötü; çünkü bu can sıkıntısı insanda ne güç
bırakıyor ne istek. Anlayan bir kimse şöyle der: “Şunu yapmamalı, şunu
yapmalıyım; budalaca ir şey yapmamak için böyle davranmalıyım.” Güzel! Ama
böyle bir adam günün birinde hayatın baştan sona budalalık olduğunu görür. Rica
ederim söyleyin bana hiçbir budalalık etmemiş olmanın anlamı nedir? Bu sadece
yaşamamış olmak demektir azizim.” S.124
“Sadakat,
namus, haysiyet, işte emir hükmünde üç kutsal sözcük. Bir de onur var ki o da
yüce bir kavram… Ama günlük hayatta işler böyle yürümez. Bu kutsal kavramların
esamisi okunmaz… İsterseniz ahbaplarınıza sorun bu işi, cüretkar olanlara.”
S.125
“Neden
insanlar hayatlarının gidişini boyuna biraz daha karmaşık bir hale sokarlar?
Arabaların böylesine hayhuy içinde geçişi neden? Her şeyi makinelerin yaptığı
bir zaman gelince insanlar ne yapacaklar? En sonunda ilerleme denen şeyin
mutluluklarıyla hiçbir ilişkisi olmadığını fark edecekler mi? İnsanlığı
zenginleştirdiği sanılan buluşlar ( aslında bunlar çok pahalıya mal olduğu için
insanlığı fakirleştirdiğini söylemek
daha doğru) bunlara arşı duyduğumuz hayranlık dışında bize ne türlü bir
mutluluk veriyor ki?” S.127
“Anlaşılması
bunca güç bunca karmaşık makinelerle hayatın kolaylaştırıldığını kabul edelim:
İnsanın sürdürmeye mahkum olduğu beyhude kör dövüşünü desteklemek, onu
kolaylaştırmak ve makineleştirmekten daha büyük kötülük olur mu?” S.128
“Kendi
kendine yapayalnız yaşamak zorunda olan bir insanı can sıkıntısından doğan bir
şaka nerelere ulaştırıyor! Kendi kendimi cezalandırmak geliyordu içimden. Yoksa
filozof olmak üzere miydim?” S.129
“Acı
çeken insan iyilik ve kötülük üzerine apayrı bir düşünce ediniyor. Sanki
çektiği acıya karşılık başkalarının kendisine iyilik etmesini beklemeye ve yine
acıları yüzünden başkalarına kötülük etmeye hakkı varmış gibi.” S.181
“Kim
acemi aktörlerin kötü oynadıkları bir komediyi seyrederken üzüntü ve utanç
duymaz?” S.196
“Ne
mutlu ki edepsiz saçmalıklarla dolu olan yaşam, inandırıcılığı nadiren
sorgulama ayrıcalığına sahiptir, öte yandan sanat buna dikkat etmek durumunda
olduğunu hisseder.
Yaşamdaki
saçmalıkların inandırıcı olması gerekmez çünkü onlar gerçektirler.Sanatın
gerçekmiş gibi görünmek için inandırıcı olması gereken saçmalıklarının aksine.
Sonra inandırıcı olduklarında artık saçma değildirler.
Hayattaki
bir olay saçma olabilir; bir sanat eseri, eğer gerçek bir sanat eseriyse saçma
olamaz.” S.275
“Demek
istediğim bir romanı, öyküyü ya da oyunu, şu ya da bu karakteri, bir olay ya da
duygunun betimlenme biçimini kınayarak, çok iyi bilir gibi göründükleri
insanlık adına yargılayan beyefendiler. Sanki insanlık soyut bağlamda gerçekten
varmış gibi şimdiye kadar yüceltilen tüm tuhaflıkları sergilemeye muktedir o
sayısız çeşitlilikteki adam gibi değil çünkü bu adamların gerçek oldukları
kadar inandırıcı olmaları gerekmez.” S.276
Hayvanların
görevi mantıksız biçimde acı çekmektir. Acı çeken (ve tam olarak acı çektiği için)
çıkarsama yapan kişi eleştirmenlere göre insan değildir; çünkü acı çeken kişi
ancak bir hayvan olmak zorundaymış gibi görünür ve eleştirmenlere göre ancak
hayvan olduğumuzda insan oluruz. S.277
“Normal
hayat denilen şey nedir? Bu günlük olayların karmaşası içinden seçtiğimiz ve
sonra gelişigüzel biçimde normal olarak nitelendirdiğimiz ilişkiler sisteminden
başka nedir ki? Bir sanatçının dünyasını o dünyanın kendisi dışında herhangi
bir yerden çıkarılan kıstaslarla yargılayamayız.”s.277
“Olmak
istediğimiz ya da olmamız gereken şey diğerlerine nasıl göründüğümüz. Gerçekte
ne olduğumuzu bir noktadan sonra kendimiz bile bilmeyiz. … herkesin maksatlı
olarak kendisinin kuklası olduğu bir mekanizma vardır ve sonunda her şeyi yıkan
darbe gelir.” S.279
“…hayal gücü
hayatın ne kadar inanılmaz olabileceğini kanıtlamaktan zevk alıyor, bilinçsizce
sanattan kopyaladığı bu türden romanlarda bile.” S.282
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder