Dağın Tepesindeki Kız / Refik Algan*
Kitabı
okudum da Kartal Metrosu’nda yeniden gözden geçiriyordum. Maskeli Balo
öyküsünün son sayfasına geçerken yanıma hangi duraktan binip de oturduğunu fark
etmediğim bir kız, sıra arkadaşının yazılı kağıdından kopya çeken öğrenci
utangaçlığıyla gülümseyerek “ben de
sizinle okuyorum lütfen sayfayı çevirmekte acele etmeyin” dedi. Bu isteğe
sessizce uydum. Okuma bitince kız dedi ki: “Bir oyunu, tiyatro oyununu
anlatıyor, sanırım.” “Yok” dedim, tablo, bir resimden ilham alınarak
yazılmış bir öykü bu.” Öykünün başına yazar tarafından konan “Ali Avni Çelebi’nin Maskeli
Balo (1928) tablosundan esinlenerek…” notunu gösterdim. Yüzüne beğeniyle
karışık bir hayret ifadesi yerleştirerek “ hayal gücü çok genişmiş yazarın”
dedi ve çocukluğunda yediği bir bayram yemeğinin tadını anımsamışçasına “böyle öyküler yazılı kitaplar okumak ne
güzel” dedi. Ben ise “asıl güzel olan,
böyle yazılara sizin gibi bir genç kızın ilgi duyması” demeyi aklımdan
geçirdim. Daha çok şey konuşacaktı, belliydi ama “sayın yolcularımız Kadıköy,
bu istikametteki son dur….” anonsuyla oturaklarımızdan kalktık, birbirimize
gözlerimizle iyi günler diledik, kalabalığa karıştık, kaybolduk.
Refik
Algan’ın üçüncü öykü kitabı Dağın Tepesindeki Kız’a adını veren öyküdeki
sıradanlıkta bir karşılaşmaydı benim metrodaki kızla karşılaşmam şüphesiz.
Algan da öykü sayılamayacak denli kısa metinlerini hayatın sıradanlıklarına
kendine özgü ironi sosu katarak sunuyor okuruna.
Elsizler
Meclisi, Bir Maymunun Ayağa Kalkışı,
Satranç: Bir Hazır Nesne, Birinci Ders, Su Damlası, Susmak, Dağın Tepesindeki
Kız, Kırmızı Ayakkabılar, Üçlü Çete ve Bir Fotoğrafçı başlıklı metinler “kısa metin” türünde.
Basit, sıradan hatta edebi olmayan metin olarak değerlendirilebilir ama bu kısa
metinler eski edebiyatımızdaki rubailere, tuyuğlara, halk edebiyatımızdaki
manilere benziyor. Özlü ve biçimli, yazılması zor, hikmetli yazılar.
Öykü,
hayata açılan bir pencereyse eğer kısa metinler o pencerenin perdesini
aralamak, ve metinden bize yansıyan günün ışığı veya gecenin karanlığı. Algan,
kısa metinlerinde okura nesnelerin, durumların insandaki etkilerini vermeye
çalışmış ama hepsinin öznesinde insan var. Evrenin öznesi olarak insanı ele
alan bir bakış açısı bu, Eski Yunan’dan beri süregelen felsefe ve mistisizm
atmosferine sürükleniyoruz sayfaları çevirirken ama hayattan, evimizin içinden,
sokaklardan, mahalleden uzaklaşmadan.
Dağın tepesine de gitsek orada bir insandır söz konusu olan, metroyla
yerin dibine de insek.
Kısa
yazılardan birini, Su Damlası’nı kısaca anlatayım: Yıllardır Üstadın yanında
çay ve kahve hizmetleri gören adam, elinde çay tepsisiyle odaya girdiğinde az
önce gelen konuğu göremeyince meraklı bakışlarıyla üstattan bir cevap bekler.
“Yere bak” der, Üstat ve boş koltuğun önündeki su damlasını gösterir. “Biz
konuşurken, dayanamadı, eridi gitti,
sonunda su damlasına dönüştü.” Üstadım” der, hizmetli “bu durumda su
damlası, toza toprağa karışmış olmuyor mu? Damlanın deryaya karışması
gerekmiyor muydu?”
Kısa
metin bu kadar ya anlattığı ne kadar?
Kitapta
sonraki metinler biçim ve hacim bakımından hikâye ölçülerine yaklaşıyorlar hele
sonuncusu, Doktor Bey –yazar buna neden “Yazmak İstemediğim Bir Hikaye” demiş
anlamadım- kısaltılmış roman gibi duruyor. Kitabın mektup biçiminde yazılmış bu
en hacimli yazısı(28 sayfa) yazar tarafından yeniden roman hiç değilse novella
biçiminde ele alınsa, Doktor Bey’in ve özellikle Üstad’ın (Bu Üstad’ın Yahya
Kemal olduğuna dair birçok işaret buldum yazıda) portreleri geliştirilerek,
genişletilerek çizilse, arka planda cumhuriyet ve edebiyat tarihimiz resmedilse
ne iyi olur.
Öyküleri
teker teker bir özelliğiyle diğerlerinden ayırmak mümkün:
Maskeli
Balo başlıklı öykü, başlı başına bir yenilik; Baş tarafta da belirttim, Ali
Avni Çelebi’nin aynı adlı tablosundan öykü çıkartmış yazar. Edebiyata resmi ve ressamın
nesnelerinden hareketle müziği sokmuş. Böylece öykü, duran nesneleri harekete
geçiren, iki boyutlu çizgilere derinlikler katarak vücut veren, ressamın gözünden tabloda yeni derinlikler
açan, müzikle de hareketlenen, her bakanın hayal ufuklarında genişleyen bir
eyleme dönüşmüş. Bu dönüşümde dilde hiç zorlama ve kasılma izi görülmüyor.
Öyküyü okurken anlatıcının yazar olduğunu sanıyorsunuz ama sonradan
anlıyorsunuz ki öyküyü anlatan ressam ki bu da anlatımda bir yenilik
sayılabilir.
Bez
Bebek adlı öykü diğerlerinden fantastik öğeler taşımasıyla kolayca ayrılıyor,
öyküden çok masalı andırıyor.
Anneannemin
Bakır Börek Tepsisi ise teknolojik gelişmeler karşısında geleneğin göz göre
göre kurban edilişine bir ağıt gibi geldi bana. Evde ansızın ortadan kaybolan
bakır börek tepsisini aramadık yer bırakmıyor kahramanımız ama bulamıyor,
okuyucudan yardım istiyor, bulabilir mi sizce?
Hey
Şaman ve Hey Kadın başlıklı öyküler de aynı ses özelliklerine sahip olmalarına
karşın her ikisi de insanı ayrı noktalardan tutup sarsan öyküler.
Semt
Pazarı öyküsü tam bir durum öyküsü hem de yazar semt pazarında gördüğü birkaç
enstantaneyi nakış iplerini çağrıştıran bağlantılarla birbirine eklemiş. Yalnız
ben bu öykünün bitirilişini tuhaf buldum.
Yazar öykü(eylem) cümleleriyle tatlı tatlı anlatmayı sürdürdüğü öykünün
sonunda birden eylemden düşünceye geçiyor, birçok tanım cümlesiyle pazarın
seslerini ve görmeyenlere, bilmeyenelere
pazarın ne mene bir yer olduğunu
anlatmaya çalışıyor. Buna ne gerek vardı?
Yasemin Ölmüş başlıklı öykü de biraz Anneannemin Bakır Tepsisi’ne benziyor, yalnız birinde kaybolan tepsi idi diğerinde insanlık. Bu kaybolan Yaseminler ve Algan’ın diğer kahramanları sokağa çıktığımızda gözümüze çarpan bizim mahalleliler, sıradan insanlar.
Yasemin Ölmüş başlıklı öykü de biraz Anneannemin Bakır Tepsisi’ne benziyor, yalnız birinde kaybolan tepsi idi diğerinde insanlık. Bu kaybolan Yaseminler ve Algan’ın diğer kahramanları sokağa çıktığımızda gözümüze çarpan bizim mahalleliler, sıradan insanlar.
Bir iki
cümle de dil ve anlatım üzerine: Dili şiirleştiriyor Algan, sözcüklere
anlatımda yeni anlamalar yüklüyor, tepsi diyor ama okuyucu bunu gelenek olarak
algılayabiliyor, deniz diyor ama ben onu evren olarak anlıyorum. Ama çok rahat
okunuyor Algan, yer yer hüzün yumaklarının arasından göze çarpan ironi
nakışlarıyla okuyanı sıkmıyor, boğmuyor, yeni ufuklar açıyor.
Hadi, beğenmediğim yerini de söyleyeyim: Bu kapak bu kitaba yakışmamış. Bu, yazardan çok yayıncının kusuru ama yazar da yayın evini neden iyi seçmedi demekten de kendimi alamıyorum.
*Refik Algan, 1952 doğumlu, doktor, tasavvuf,
resim, müzik ve satrançla ilgileniyor. İlk kitabı Saat Kulesi ile 2006 Sait Faik Ödülü’nü kazandı, ikinci
kitabı, Umursamaz Uykucu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder