3 Aralık 2016 Cumartesi

DAĞIN TEPESİNDEKİ KIZ / Refik ALGAN

Dağın Tepesindeki Kız / Refik Algan*

Kitabı okudum da Kartal Metrosu’nda yeniden gözden geçiriyordum. Maskeli Balo öyküsünün son sayfasına geçerken yanıma hangi duraktan binip de oturduğunu fark etmediğim bir kız, sıra arkadaşının yazılı kağıdından kopya çeken öğrenci utangaçlığıyla gülümseyerek  “ben de sizinle okuyorum lütfen sayfayı çevirmekte acele etmeyin” dedi. Bu isteğe sessizce uydum. Okuma bitince kız dedi ki: “Bir oyunu, tiyatro oyununu anlatıyor, sanırım.”  “Yok” dedim, tablo, bir resimden ilham alınarak yazılmış bir öykü bu.” Öykünün başına yazar tarafından konan “Ali Avni Çelebi’nin Maskeli Balo (1928) tablosundan esinlenerek…” notunu gösterdim. Yüzüne beğeniyle karışık bir hayret ifadesi yerleştirerek “ hayal gücü çok genişmiş yazarın” dedi ve çocukluğunda yediği bir bayram yemeğinin tadını anımsamışçasına    “böyle öyküler yazılı kitaplar okumak ne güzel” dedi. Ben ise “asıl güzel olan,  böyle yazılara sizin gibi bir genç kızın ilgi duyması” demeyi aklımdan geçirdim. Daha çok şey konuşacaktı, belliydi ama “sayın yolcularımız Kadıköy, bu istikametteki son dur….” anonsuyla oturaklarımızdan kalktık, birbirimize gözlerimizle iyi günler diledik, kalabalığa karıştık, kaybolduk.

Refik Algan’ın üçüncü öykü kitabı Dağın Tepesindeki Kız’a adını veren öyküdeki sıradanlıkta bir karşılaşmaydı benim metrodaki kızla karşılaşmam şüphesiz. Algan da öykü sayılamayacak denli kısa metinlerini hayatın sıradanlıklarına kendine özgü ironi sosu katarak sunuyor okuruna.
Elsizler Meclisi,  Bir Maymunun Ayağa Kalkışı, Satranç: Bir Hazır Nesne, Birinci Ders, Su Damlası, Susmak, Dağın Tepesindeki Kız, Kırmızı Ayakkabılar, Üçlü Çete ve Bir Fotoğrafçı  başlıklı metinler “kısa metin” türünde. Basit, sıradan hatta edebi olmayan metin olarak değerlendirilebilir ama bu kısa metinler eski edebiyatımızdaki rubailere, tuyuğlara, halk edebiyatımızdaki manilere benziyor. Özlü ve biçimli, yazılması zor, hikmetli yazılar.
Öykü, hayata açılan bir pencereyse eğer kısa metinler o pencerenin perdesini aralamak, ve metinden bize yansıyan günün ışığı veya gecenin karanlığı. Algan, kısa metinlerinde okura nesnelerin, durumların insandaki etkilerini vermeye çalışmış ama hepsinin öznesinde insan var. Evrenin öznesi olarak insanı ele alan bir bakış açısı bu, Eski Yunan’dan beri süregelen felsefe ve mistisizm atmosferine sürükleniyoruz sayfaları çevirirken ama hayattan, evimizin içinden, sokaklardan, mahalleden uzaklaşmadan.  Dağın tepesine de gitsek orada bir insandır söz konusu olan, metroyla yerin dibine de insek.
Kısa yazılardan birini, Su Damlası’nı kısaca anlatayım: Yıllardır Üstadın yanında çay ve kahve hizmetleri gören adam, elinde çay tepsisiyle odaya girdiğinde az önce gelen konuğu göremeyince meraklı bakışlarıyla üstattan bir cevap bekler. “Yere bak” der, Üstat ve boş koltuğun önündeki su damlasını gösterir. “Biz konuşurken, dayanamadı, eridi gitti,  sonunda su damlasına dönüştü.” Üstadım” der, hizmetli “bu durumda su damlası, toza toprağa karışmış olmuyor mu? Damlanın deryaya karışması gerekmiyor muydu?”
Kısa metin bu kadar ya anlattığı ne kadar?

Kitapta sonraki metinler biçim ve hacim bakımından hikâye ölçülerine yaklaşıyorlar hele sonuncusu, Doktor Bey –yazar buna neden “Yazmak İstemediğim Bir Hikaye” demiş anlamadım- kısaltılmış roman gibi duruyor. Kitabın mektup biçiminde yazılmış bu en hacimli yazısı(28 sayfa) yazar tarafından yeniden roman hiç değilse novella biçiminde ele alınsa, Doktor Bey’in ve özellikle Üstad’ın (Bu Üstad’ın Yahya Kemal olduğuna dair birçok işaret buldum yazıda) portreleri geliştirilerek, genişletilerek çizilse, arka planda cumhuriyet ve edebiyat tarihimiz resmedilse ne iyi olur.
Öyküleri teker teker bir özelliğiyle diğerlerinden ayırmak mümkün:
Maskeli Balo başlıklı öykü, başlı başına bir yenilik; Baş tarafta da belirttim, Ali Avni Çelebi’nin aynı adlı tablosundan öykü çıkartmış  yazar. Edebiyata resmi ve ressamın nesnelerinden hareketle müziği sokmuş. Böylece öykü, duran nesneleri harekete geçiren, iki boyutlu çizgilere derinlikler katarak vücut veren,  ressamın gözünden tabloda yeni derinlikler açan, müzikle de hareketlenen, her bakanın hayal ufuklarında genişleyen bir eyleme dönüşmüş. Bu dönüşümde dilde hiç zorlama ve kasılma izi görülmüyor. Öyküyü okurken anlatıcının yazar olduğunu sanıyorsunuz ama sonradan anlıyorsunuz ki öyküyü anlatan ressam ki bu da anlatımda bir yenilik sayılabilir.
Bez Bebek adlı öykü diğerlerinden fantastik öğeler taşımasıyla kolayca ayrılıyor, öyküden çok masalı andırıyor.
Anneannemin Bakır Börek Tepsisi ise teknolojik gelişmeler karşısında geleneğin göz göre göre kurban edilişine bir ağıt gibi geldi bana. Evde ansızın ortadan kaybolan bakır börek tepsisini aramadık yer bırakmıyor kahramanımız ama bulamıyor, okuyucudan yardım istiyor, bulabilir mi sizce?
Hey Şaman ve Hey Kadın başlıklı öyküler de aynı ses özelliklerine sahip olmalarına karşın her ikisi de insanı ayrı noktalardan tutup sarsan öyküler.
Semt Pazarı öyküsü tam bir durum öyküsü hem de yazar semt pazarında gördüğü birkaç enstantaneyi nakış iplerini çağrıştıran bağlantılarla birbirine eklemiş. Yalnız ben bu öykünün bitirilişini tuhaf buldum.  Yazar öykü(eylem) cümleleriyle tatlı tatlı anlatmayı sürdürdüğü öykünün sonunda birden eylemden düşünceye geçiyor, birçok tanım cümlesiyle pazarın seslerini ve görmeyenlere, bilmeyenelere  pazarın ne mene bir yer olduğunu  anlatmaya çalışıyor. Buna ne gerek vardı? 
Yasemin Ölmüş başlıklı öykü de biraz Anneannemin Bakır Tepsisi’ne benziyor, yalnız birinde kaybolan tepsi idi diğerinde insanlık. Bu kaybolan Yaseminler ve Algan’ın diğer kahramanları sokağa çıktığımızda gözümüze çarpan bizim mahalleliler, sıradan insanlar.
Bir iki cümle de dil ve anlatım üzerine: Dili şiirleştiriyor Algan, sözcüklere anlatımda yeni anlamalar yüklüyor, tepsi diyor ama okuyucu bunu gelenek olarak algılayabiliyor, deniz diyor ama ben onu evren olarak anlıyorum. Ama çok rahat okunuyor Algan, yer yer hüzün yumaklarının arasından göze çarpan ironi nakışlarıyla okuyanı sıkmıyor, boğmuyor, yeni ufuklar açıyor.
Hadi, beğenmediğim yerini de söyleyeyim: Bu kapak bu kitaba yakışmamış. Bu, yazardan çok yayıncının kusuru ama yazar da yayın evini neden iyi seçmedi demekten de kendimi alamıyorum. 



*Refik Algan, 1952 doğumlu, doktor, tasavvuf, resim, müzik ve satrançla ilgileniyor. İlk kitabı Saat Kulesi ile  2006 Sait Faik Ödülü’nü kazandı, ikinci kitabı, Umursamaz Uykucu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder