ÖLÜM BİR
VARMIŞ BİR YOKMUŞ / SARAMAGO
1998
Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Portekizli yazar Jose Saramago’nun romanı Ölüm Bir
Varmış Bir Yokmuş “Ertesi gün hiç kimse ölmedi.” cümlesiyle başlıyor, aynı
cümleyle bitiyor. Böylece yazar, anlatacağı konuyu parantez içine yahut tırnak
içine almışçasına ölümün olmadığı bir ülke fantezisi kurduğunu anlatmaya
çalışıyor. Bu bir fantezidir, , kurmacadır, düşüncedir, hayaldir; hayat bu
anlattıklarımın dışındadır demek istiyor. Başka
şekilde ölümün hepimiz için hem bir başlangıç hem de bir bitiş anlamına
geldiğini anlatmak istemiş olabilir. Eski Yunan Mitolojisinde geçen Sisyfos
efsanesinde de ölümün saçmalığı ve ölümün olmadığı kaos işlenmiştir.
Albert
Camus, Sisyphus efsanesini şöyle yorumlar: "İnsan, anlamsızlığına ve tüm
baskılarına karşın yaşamı yenmek zorundadır." Sisyphus, tanrılar
tarafından lanetlenip cezaya çarptırılmış ilk insanoğludur mitolojide. Kahraman
bilinçlidir. Her şeyin tükenmediğini, tüketilmediğini öğretir. “Alnına ne
yazıldı ise o” saçmalığı kahramanın yolculuğu için geçerli değildir.
Sisyphus’un sessiz sevinci buradadır: Kaderinin ana hatları çizilmiş olsa bile
iradenin gücü seçim özgürlüğü yani yolu kendisinindir. Kayası ise kendi nesnesidir.
Kaya yuvarlanır durur. Kişi yükünü eninde sonunda bulur. Kaybedenlerin
vazgeçilmez sözüdür “Neden Ben?” Kahraman ise kimseye taşıyamayacağı yükün
verilmediğini gayet iyi bilir. “Sisyphus gibi tepelere doğru, güçlüklere tek
başına, onuru ile didinmek de bir insan yüreğini doldurmaya yeter.” denildiği
gibi: “Yükünü her zaman bulur insan.” Aldous Huxley ise şöyle ekler:
"Belki de bu dünya başka bir dünyanın cehennemidir."
Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan adam,
yenilmezdir.
Sisyphos'un ölüm tanrısı Thanatos'u haincesine kandırıp
zincirlemesi... ölüm tanrısı Thanatos esir düştüğünde hiç kimse ölmüyor ve
gösterişli ölüm törenleri yapılmıyordu.
Şu değerlendirmeye katılıyorum: “Saramago
"Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş"ta ölüm ve ölümsüzlük karşısında insanın
şaşkınlığını, çelişkili tepkilerini ve ahlaki çöküşünü, edebi, toplumsal ve
felsefi anlamda derinlikli bir biçimde işliyor... Adı bilinmeyen bir ülkede,
dünya kuruldu kurulalı görülmemiş bir olay gerçekleşir: Ölüm, o güne kadar
yerine getirdiği görevinden vazgeçer ve hiç kimse ölmez. Bir anda ülkeye dalga
dalga yayılan sevinç çok geçmeden yerini hayal kırıklığı ve kaosa bırakır.
İnsanların ölmemesi zamanın durduğu anlamına gelmemektedir, ezeli bir
yaşlılıktır artık onları bekleyen. Hükümetten kiliseye, sağlık kurumlarından
ailelere, şirketlerden mafyaya kadar herkes ölümün ortadan kalkmasının
getirdiği sonuçlarla mücadele etmek zorundadır.”
Bölümlerin
başına numara konmamış, sayfa atlanarak sonraki bölüme geçilmiş. Kitabın kolay
okunması için iyi bir yöntem. “Ölüm” sözcüğü kitapta üç ayrı anlamda
kullanılmış. 1. Ölmek eylemi, 2. Ölüm anı, Ecel 3. Ölüm Meleği,(Azrail) yahut
Tanrı.
Romanın
yarısına değin ölüm, birinci anlamında kullanılıyor. Bu bölümlerde romanda kişi
yok sadece olay var: Ölüm olayı, ölüm olayının olmamasının sonuçları. Toplumsal
kurumların ölümün olmadığı bir Dünya’da aldığı biçim ve tavırlar. Yazar ölmek
denen eylemin anlamsızlığı, saçmalığı, zalimliği üzerine ironik bir çeşitleme
yapıyor. Bu nasıl roman dedirtiyor. Neredeyse okumayı bırakacaktım o kadar
daraldım. Anti roman mıdır acaba? Diye düşündüğüm de oldu. Biraz sabırla
“Eflatun Mektuplar” (Eflatun renginin seçimiyle Platon’a gönderme olduğunu
düşünüyorum) gönderilmeye başlayınca
ÖLÜM hazretleri, kitaba da can gelmeye, okuduğum metin roman olmaya başladı.
Hiç kimsenin ölmediği yedi ay boyunca devlet, belediye, adliye, kilise,
tıkanıyor çaresiz kalıyor, mafia devreye giriyor; canlı cenazeleri sınırdan
geçirip ölmelerini sağlıyor. Ama bu böyle sürüp gidemeyecek –yazar yeter bu
kadar hayal – diyor. Ölüm yeniden sahneye çıkıyor. Önceden eflatun zarflarda
mektuplar gönderiliyor. Ama bir mektup sahibini bulmuyor, geri geliyor. Bu sefer
ölüm iradesi, (Yazar, herhalde ateist olduğu için Tanrı sözcüğünü kullanmıyor.)
bu kişiyi merak ediyor. Bu bir müzisyen, viyolonselist. Nihayet roman kişileri,
kahramanlar ortaya çıkıyor, okuyucu da merak uyanıyor. Metin, roman oluyor.
Ölüm, kadın oluyor, yazar bunu Portekizce’de ölüm sözcüğünün dişil bir sözcük
olmasından yola çıkarak ölümü güzel bir kadın şeklinde viyolonselistin peşine
takıyor. Ama, viyolonselist onu beceriyor. Ölümün hakkından gelen kahraman
olarak müzisyen tipinin seçimi de sanatın ölümsüzlüğünü vurguluyor. Roman, çok
kaba bir motifle bitiyor. Din ile inançlarla, Tanrı ile alay sezinledim. Bu benim
kişisel görüşüm. Gerçekçilikten ve dolayışıyla inandırıcılıktan uzak,
sürrealist bir roman Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş.
Çeviriyi
başarılı buldum. Yazarın birikimini, anlatmak istediğini aktarmış. Noktalama
işaretlerinin, paragraf düzeninin kullanılmaması roman yazılış amacına uygun.
Yazar, ölümün saçmalığına karşı koymak için biçimde düzensizliği kullanıyor.
Romandan
seçilen cümleler:
"...eller açık kitaplardır ve kitap olmaları, gerçekte
var olsa da olmasa da el falına, yaşam ile kalp çizgilerine bağlı değildir...
eller açılıp kapandıklarında, okşandıklarında ya da vurduklarında, gözyaşlarını sildiklerinde ya da bir gülümseyişi gizlediklerinde, bir omza konduklarında ya da veda ettiklerinde, çalıştıklarında ya da uyandıklarında konuşurlar."
eller açılıp kapandıklarında, okşandıklarında ya da vurduklarında, gözyaşlarını sildiklerinde ya da bir gülümseyişi gizlediklerinde, bir omza konduklarında ya da veda ettiklerinde, çalıştıklarında ya da uyandıklarında konuşurlar."
“İnsan olmanın ne demek olduğunu
her geçen gün daha az bileceğiz.” (Kehanetler Kitabı)
“Hayat böyleydi işte, kaşıkla verir verir sonra bir gün
kepçeyle verdiklerinin tümünü geri alırdı.”
“…yaşam, enstrümanları akortlu da
olsa akortsuz da olsa, devamlı çalan bir orkestradır.”
''ihtiyat
yalnızca kaçınılmaz olanı ertelemeye yarar ve insanoğlu er ya da geç teslim
olur ümitlerin kaderi biri yok olduğunda diğerinin ortaya çıkmasıdır işte bu
yüzden bunca hayal kırıklığına rağmen dünyadan silinip gitmemişlerdir.''
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder