3 Aralık 2016 Cumartesi

NARZİSS VE GOLDMUND / Felsefenin Romanı Romanın Felsefesi /Hermann HESSE

NARZİSS VE GOLDMUND

Lise yıllarında okuduğum ve o günlerden beri hafızamda Doğu mistisizmi, Nirvana, ruhun dinginliği üzerine çeşitlemelerden uzak tat  kırıntıları  kalan Sidharta romanıyla tanıştığım ve özellikle Doğu mistisizmine açılımıyla kendisine yakınlık duyduğum  Hermann Hesse’den düşünce yoğunluğuyla zor ve ağır romanı Boncuk Oyunu’nu geçen yıl Pendik Okuma Grubu’nda okuduk, şimdi de üzerine “Ölmeden önce okumanız gereken 1001 kitaptan biri” etiketi yapıştırılmış Narziss ve Goldmund’u elimden henüz bıraktım.
Narziss, bir manastırda öğretmen, aynı manastıra annesiz büyüyen  Goldmund’u babası öğrenci olarak kaydettiriyor. Öğretmen-öğrenci ilişkisi imrenilecek bir dostluğa dönüşüyor. Bu dostluk çerçevesinde yazar, antik çağdan beri insanlığı meşgul eden bilim-sanat, felsefe-din, kadın – erkek, madde- ruh, bağlılık – özgürlük vb.  ikilikleri üzerine düşüncelerini dört dörtlük bir kurgu ile çok doygun bir anlatım ile dile getiriyor. Kişiliğinin, karakterinin sanata yatkınlığı öğretmeni Narziss’in de belirlemesiyle ortaya çıkan,  hikâyenin asıl kahramanı Goldmund, bilim ve din adamı olamaktan ümidini kesince papaz okulundan kaçıyor ve yersiz yurtsuz bir serseri hayatı yaşıyor. Amansız doğa şartlarına bir yalnızın nasıl da katlanabileceği, talihin yalnız kişilere nasıl da yardım ettiği bir macera kurgusu ile okuyucunun gözleri önüne seriliyor. Önüne çıktığı kadınlar Goldmund’a yaşamı ve aşkı öğretiyor. Sevgililerinden birinin verdiği altını çalmak isteyen bir hırsızı kendini savunmak isterken; bir tecavüzcüyü de bir başka sevgilisini altından almak isterken öldürmek zorunda kalıyor. Yoluna çıkan bir ustadan heykel ve resim sanatını öğreniyor, anne özlemi ile Meryem ve arkadaş (Narziss) özlemi ile Aziz Yohanna heykelleri yapıyor.  Veba salgını Avrupayı kasıp kavururken doğada insanlardan uzak yaşamakla belki de hayatta kalmayı başaran Goldmund, çapkınlığı yüzünden canından olmak üzere iken artık bir başrahip olan Narziss’in müdahelesiyle kurtuluyor ve yaşamının son günlerini yine öykünün başladığı manastırda dostuyla geçiriyor.
Orta Çağ’da geçen olaylar arasında iki kez verilen kahramanımızın günah çıkartma seanslarının, Hıristiyan Batı Dünyası’nda demokrasinin ve romanın gelişim gerekçelerinden en etkilisi olduğu yolunda bir kanı oluşturdu bende.
Bir romanı neden severiz? Duygularımıza, düşüncelerimize hitap eder, anlatımıyla bizi kendine çeker, anlatılan olaylar ve kişileri özgündür, inandırıcıdır ve gerçeğe uygundır, şiirli bir anlatımı olur, ufkumuzu genişletir… Bunların hepsi bihakkın var Narziss ile Goldmun’da. Çevirideki ustalığıyla romanı Türk okuruna kazandıran sevdiren Kamuran Şipal hassaten teşekkürü hak ediyor.
İşte kitaptan altını çizdiğim cümleler, bilmem siz de benim beğenmemin yerindeliğine hak verir misiniz?

"Deneyimlerinden, yaşantılarından bildiği kadarıyla her kadın güzel ve insanı mutlu kılacak güçteydi, erkeklerin aşağıladığı gösterişsiz bir kadın bile görülmedik bir tutku ve teslimiyetle sevebilir, ilkbaharı gerilerde kalmış geçkina bir kadın daha çok annece diye nitelenebilecek hüzün karışımı tatlı bir sevecenliği üstesinden gelebilirdi; her kadının kendine özgü bir gizi, bir büyüsü vrdı ve bunun ele geçirilmesi mutluluğa boğuyordu insanı." s.173
“…içinde sık sık hissettiği hüzün ve bıkkınlığın çekirdeği de haz denilen şeyin gelip geçiciliğinden ve ölümlüğünden kaynaklanmaktaydı.Sevi hazzının birden ve kısa süre için insanı mest eden parlayışına, kısa süre özlemle insanı yakıp kavuruşuna, bir anda yine sönüp gidişine, tüm yaşantıların özü diye bakıyordu… bu hüzün de bir çeşit sevgiydi, o da azdan başka bir şey değildi… Ölüm ve şehvet aynı şeydi. Yaşamın anası sevgi ya da haz diye gösterilebileceği gibi, mezar ve çürüyüp kokuşma diye de nitelenebilirdi.” S.174
“Sanat, baba ve anne dünyasının, us ve kanın birleşmesiydi.” S.175
“Zaten herkesi ve her şeyi bekleyen sondu bu: bir anda yeşerip çiçeklenme, ardından çarçabuk sararıp solma, derken üzerlerine yağan karın altında gömülüp gitme.” s.184
“Nasıl bir ırmağın yeşil derinliğinin loşluğunda anlatılmaz ölçüde altınsı ya da gümüşsü bir şey, belki bir hiç, en mutlu sözverileri kendinde taşıyarak kısa süreli çakıp sönmelerle parıldıyorsa arkadan görülen bir insanın profili de alabildiğine güzel ya da işitilmedik ölçüde hazin bir şeyin müjdecisi olabilirdi.” S.187
“Düşle en yüce sanat yapıtının ortak özelliği de buydu işte: Giz.” S.189
“Yersiz yurtsuz bir göçebe nazik ya da kaba, hünerli ya da beceriksiz, cesur ya da korkak olabilir ama yüreğinin derinliklerinde bir çocuktur, ilk günde yaşar hep.” S.198
“Çünkü sinesinde barındırdığı bölünmeler ve çelişkilerdir ki bir yaşamı zenginlikle donatır, gelişip serpilmesini sağlar. Esrikliğin ne olduğunu bilmedikten sonra mantıkmış, aklı başındalıkmış ne anlam taşır? Ölüm arakasında dikilmese tek başına duyularca sağlanan hazzın ne değeri olur? Karşı cinsler arasındaki ezeli düşmanlık olmasa sevginin yüzüne kim bakar?” s.199
"Çok geçmeden her şeyin yine sona ereceğini, her şeyin geçmişe karışacağını bildi mi insan nasıl sevinebilir?" s.216
“Yoksa bizi büsbütün aklından çıkardın mı Tanrım? Bizi büsbütün terk mi ettin? Yarattığın dünyadan soğudun mu büsbütün? Topumuzu silmek mi istiyorsun defterden yoksa?” S.234
“Evet, öyleydi işte, neşe ve sevinç gibi üzüntü ve sıkıntılar da geçip gidiyor, acılar ve umutsuzluklar da geçip gidiyordu. Geçip gidiyor, sararıp soluyor, derinlik ve önemini yitiriyor ve sonunda bir gün geliyordu vaktiyle insanı öylesine üzen, ona acı veren şeyin ne olduğu unutuluyordu. Istıraplar da sevinçler gibi çiçeklerini döküyor, sararıp soluyordu.” S.240
“Hiçbir şey kalıcı değildi, hiçbir şey, acılar ve ıstıraplar bile. S.240
“Ama burada, kent dışında kendini hiç tehlikeye sokmadan öyle kolaycacık dalından bir çiçek koparacağını aklından geçiriyorsan yanılıyorsun. Ben gerektiğinde hayatını sevdiği kadın uğruna gözden çıkarabilen erkekleri sevebilirim ancak.” S.246
“Goldmund öyle bir duygu içindeydi ki bir insanın yaşayabileceği ne çok mutluluk varsa o anda sağdan soldan koşup gelerek bir araya toplanmıştı.” S.249
“Ah, kolları sıvayıp bir şeyler yapmanın, bir şeyler yaratmanın, kendisi bu dünyadan göçüp gittikten sonra ardında varlığını sürdürecek bir şeyler bırakmanın zamanıydı.” S.252
“Yaşam tarafından soytarı yerine konulmak utanç vericiydi doğrusu, hem ağlanacak hem gülünecek bir şeydi!” s.253
“Ah, ne olurdu bütün bu yaşam bir kuru “ya – ya “ ile parçalanmayıp ancak her ikisinin ele geçirilmesiyle bir anlam taşısaydı! Karşılığını yaşamdan el çekerek ödemeden yaratmak! Yaratıcılığın soyluluğundan el çekmek zorunda kalmadan yaşamak! Olamaz mıydı sanki bu?” s.253
“Anlaşılan tüm varoluş ikilik üzerine, karşıtlıklar üzerine dayanmaktaydı; ya kadın ya erkekti insan, ya gezgin göçebeydi ya da belli bir yere kök salmış yerleşik biri, ya mantığıyla davranan biriydi ya da duygusal biri. Hiçbir yerde nefes almak ve nefes vermek, erkek ve kadın olmak, özgürlük ve düzen, içgüdü ve us bir arada var olmuyordu, birini kazanmak için ötekini elden çıkarmak gerekiyordu ister istemez, her zaman da biri ötekisi kadar önemli ve arzu edilmeye değerdi.” S.254
“Gizlilikler olmasa sevginin ne anlamı kalırdı! Kendisinde tehlikeleri barındırmayan bir sevgi ne anlam taşırdı!” s.256
“Ama söyler misin, haz ve dehşet arasındaki bu umarsız gidip gelmelerden yaşam hazzı ve ölüm kaygısı arasındaki bu salınıp durmalardan başka bir yol deneyecek oldun mu hiç?
“Denedim tabi, sanatla bunu yapmaya çalıştım.”
Ama şimdi söyler misin, sanat ne verdi sana, senin için nasıl bir anlam taşıdı?”
“Ölümlülüğün yenilgiye uğratılması; gördüm ki bir soytarı oyununa ve ölüm dansına benzeyen insan yaşamından geriye bir şey kalıyor, ölümden sonra yaşamını sürdürüyordu, bu da sanat eseriydi… çünkü ölümlülüğün ölümsüzleştirilmesi gibi bir şey adeta.” S. 276
“İyi bir sanat eserinin ilk örneği, söz konusu eserin yapılmasına neden olsa bile yaşayan gerçek bir insan değildir. Et ve kemikten oluşmaz ilk örnek, daha çok ruhsal nitelik taşır. Sanatçının ruhunda yuva kurmuş bir görüntüdür.
Bir sanat eserinin konu aldığı kişi, eserde konu aldığı kişi, eserde görünür duruma gelip gerçeklik kazanmadan çok önce bir görüntü olarak sanatçının ruhunda yaşar. İşte bu görüntü, bu ilk görüntü, eski filozofların ide dedikleri şeyin ta kendisidir.” S.276
“Üç büyük yeminin neler olduklarından haberim var. Yoksulluk yeminine sözüm yok, ama bekaret ve itaat yeminleri bana göre değil.”
“İşlediğin o bir sürü günahla gururlanmaktan vazgeç” S.278
“İnsanın kafasında bir şey canlandırmadan düşünmesi mümkün müdür?
“İyi ki sordun! Ama tasarımlar olmadan da düşünebilir insan! Düşünmenin tasarımlarla hiçbir alıp vereceği yoktur. Düşünme dediğimiz şey imgeler değil, kavram ve kalıplarla gerçekleşir. İmgelerin sona erdiği yerde felsefe başlar.”
“Gizemcilikle uğraşanlar da tasarımlardan kendilerini kurtaramayan düşünürler yani düşünürlükle ilgisi olmayan kimselerdir. Onlar gizli sanatçılardır. Şiir yazmayan şairler, fırçasız ressamlar, seslerden yoksun müzisyenlerdir.”
“Düşünür, dünyanın varlığını mantıkla açıklamaya çalışır ve yine düşünür bilir ki bizim usumuz ve onun bir aracı durumundaki mantığımız mükemmel sayılamayacak aygıtlardır; bunun  gibi akıllı bir sanatçı da fırçasıyla, oymacı kalemiyle bir melek veya ermişin görkemli varlığını bilir pekala. Ama yine de gerek düşünür gerekse sanatçı ikisi de kendilerine özgü yoldan bunun üstesinden gelmek için çaba harcar. Başka türlüsü ellerinden gelmez çünkü, gelmemesi de iyidir. Çünkü bir insan doğanın kendisine bağışladığı yeteneklerden yararlanarak kendini geliştirmeye çalışmakla yapabileceği en yüce ve anlamlı işi yapmış olur.”
“Ama biz ölümlüyüz, oluşum sürecini yaşayan varlıklarız, çeşitli olanaklardan oluşuruz, bizim için mükemmellik diye, tastamam varoluş diye bir şey yoktur.”
Matematiği alalım ele. Sayıların içerdiği imajları söyler misin? Ya da artı ve eksi işaretlerinde hangi imajların saklı yattığını? Bir denklemde ne gibi imajlara rastlıyoruz? Hiç. Diyelim bir aritmetik ya da cebir problemini çözmeye kalkıyorsun, hiçbir imaj yardımına koşmaz senin. Öğrendiğin birtakım düşünü kalıpları var, bunların içinde biçimsel bir ödevi yerine getiriyorsun o kadar.”s.287
“Düşünmeyi düşünme olarak horlayıp pratiğe uygulanışını doğru göremezsin! Buradaki çelişki açık. Diyeceğim, düşünmemi hoş karşıla: ben nasıl senin sanatkarlığını yarattığın eserlere göre değerlendireceksem sen de benim düşünmemi yol açacağı sonuçlara göre değerlendir.”s.288
“Dualarımızı kendisine yolladığımız varlıkla kıyaslandığında tüm eylemlerimiz çocuksudur.” S 293
“Eskiden bana öyle gelirdi ki düşünce ve bilimle kıyaslandığında sanat pek ciddiye alınacak bir şey değildir… Bu güne kadar sanatı bir alışkanlığa uyarak baş tacı eder gibi davranıyorsam da gerçekte büyüklük taslayıp ona yukardan bakıyordum. Oysa ancak şimdi görüyorum ki bilgi denen şeye götüren birçok yol vardır, düşünsel olanı da tek yol değil bunun için hatta yolların en iyisi bile sayılmaz.” S.297
“…iyi niyetli insanların ortak bir özelliği var ki o da şu: Elimizden çıkan eserler sonunda utandırır bizi , işe boyuna yeniden soyunmamız gerekir, boyuna yeniden özverilere katlanmamız.” S.298
“Çok acı çektin mi?
“Acı mı? Evet, yeterince ektim. Ama bana sorarsan acı çekmek çok iyi bir şey. Acılar aklımı başıma getirdi.” S.311
“Öbür dünya diye bir şey yok. Kurumuş bir ağaç dirilmez hiç, soğuktan donmuş bir kuş bir daha hayata dönemez, ölmüş bir insan da bunun gibi tıpkı. Aramızdan ayrılıp gitti mi belki bir zaman düşünür anımsarız kendisini ama bu da uzun sürmez. Hayır, ölümü merak etmemin tek nedeni anneme götüren yolun üzerinde bulunduğuma hala inanışım ya da bunu bir düş olarak içimde yaşatmam.” S.314
“Bana öyle geliyor ki artık huzur ve barışa kavuştun.
“Tanrıyla barışa mı diyorsun? Hayır, Tanrı’yla barışmış değilim. Onunla barış yapmayı da istemiyorum. Tanrı dünyayı kötü yarattı, bu dünyayı övmemiz için neden yok, kendisini de övmüşüm ya da yermişim umurunda bile değil pek. Ama göğsümdeki ağrılarla barıştım bu doğru.” S.315
“Şimdi de bazen dönüp gelen ağrılar ağrı değiller artık, kalbimi göğsümden çıkarıp alan annemin parmakları hepsi.” S.316

“Peki, sen bir gün nasıl öleceksin Narziss, bir annen yok çünkü? Annesiz insan nasıl sevebilir, annesiz nasıl ölebilir?” s.318

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder