4 Aralık 2016 Pazar

EN UZAĞINDAN UNUTUŞUN / Modern Mesnevi / Patrick MODİANO


Gezgin kitap satıcısı bir genç, - romanda adı yok, yazar bu gezgin satıcının kendisi olduğuna bizi inandırmak istiyor, anlatımın 1. Tekil kişi kipi olması da esere anı roman- yaşantı havası katıyor -  bir çiftle, geçimini kumar oynayarak kazanan Van Bever ve sürekli Mayorka’ya gitme hayalleri kuran Jacqueline ile tanışıyor. Çift, Van Bever ile Jacqueline, anlaşıldığı kadarıyla evli değil sadece birlikte yaşıyorlar. Van Bever, kumar oynamaya gittiği geceler Jacqueline, kahramanımızla yatıyor. Sevgilisinin kumar masasından tanıdığı Cartaud ile de yatıyor, hatta öyle anlaşılıyor ki Jacqueline başkalarıyla da yatıyor. Sadece beraber değil hep beraber yaşıyorlar. Bunların bazılarını Bever, biliyor hatta kahramanımıza “ben yokken sen kıza göz kulak olursun” bile diyor. Jacqueline, kendisi Cartaud ile yatarken kahramanımızı Cartaud’un oteline gönderiyor, adamın para dolu valizini çaldırtıyor. Burada, olayların polisiye roman türüne kayacağı endişesine kapıldım, ama korktuğum olmadı. Kahramanımızın hırsızlığı aşk ile yaptığı anlaşıldı.  Jacqueline, Bever’i bırakıp (Bever, daha sonraki olaylarda hiç rol almıyor, gözükmüyor) gezgin kitap satıcısı ile olayların geçtiği Paris’ten Londra’ya kaçıyorlar. Olayların merkezinde anlatıcı kahraman ile Jacqueline  var, diğer kişiler onların hayatlarına girdikleri kadar göz önünde. Yıllar geçiyor herkes ve her şey unutuluyor ama Jacquline ve onunla yaşanılanlar unutulmuyor. Londra’daki  yaşamları da Paris’tekinden farksız.  Londra gençleri de hep beraber yaşama modasına tutulmuşlar. Burada, tanıştıkları birtakım kişilerle, Linda (Jacqueline’in İngiliz versiyonu, esmer bir kız), Peter Rachman (Linda’nın dostu ve patronu, emlak vurguncusu), Michael Savoundra(senarist, film yapımcısı), ile  ilişkileri de ayıplı çıkarlar üzerine… Kişilerin aileleri yaşamlarında rol almıyor, onlardan hiç söz edilmiyor. “Annemle babamın yüzlerini neredeyse unuttum.” ( s.17)  Bir yerde de o büyük şehirlerde, Paris’te, Londra’da nasıl yalnız kaldıklarını “Yazık, telefon edecek hiç kimsemiz yok” diye anlatıyor. Kahramanımız, Savoundra’nın yazdığı bir senaryoyu Fransızca yanlışlarını düzeltmek  amacıyla okuyor. Hikaye aynı, romandaki öykünün bir benzeri. Gezgin kitap satıcımız, böyle bir öyküyü kendisinin de yazabileceğine inanıyor ve yazar oluyor.
Fuzuli’nin
Dost bî-pervâ felek bî-rahm devrân bî-sükûn,
Derd çok hem-derd yok düşman kavî tâli' zebûn
.
(Dost umursamaz, felek acımasız, dünya karışık. Dert çok, dert ortağı yok, düşman güçlü, talihim ise âciz.)
beytinde dediği gibi kalabalıklar içinde yalnızlığa itilmiş büyük kent insanının yaşayışını şiirli bir dille anlatıyor Modiano: 
“İş çok… Dert çok… Hem de hep aynı şey…” (s.101)
“Ama daha yeni başka anıları ne denli bir araya getirirsem getireyim hepsi de yaşadığımdan iyice emin olamadığım eski bir yaşamın malıydı.” (s.112)
Evlerinde  aileleriyle değil de otellerde yaşayan Avrupalının yeni bohem yaşayışı anlatılıyor:
“Cartaud benden otelimin adresini sordu, Saint Jaques  Sokağı’ından  Saint Germain Bulvarı’na geldik.
“ Yanlış anlamıyorsam hepiniz otelde kalıyorsunuz?”
“Kısacası bohem yaşamı…” (s.39)
“Belki de bir alay ve suç ortaklığı havası bulmak istiyordu. Öyleyse beceriksizce yapıyordu bunu, gençlik karşısında çekingenleşen şu daha yaşlı insanlar gibi.
“Peki daha ne zamana kadar otellerde kalacaksınız?”
Bu aykırı yaşayışa rağmen Batı gençliğinin genel geçer popüler veya arabesk bir yaşayışın içinde battığını değil doğrudan geleneklerine bağlı sanat ve kültür temellerinin üzerinde ayakta durmakta olduğunu da anlıyoruz, bu belki bir öneri:  
“Dante Kafe”, “William Mc Givern (Roman yazan Amerikalı), “Quartier Latin” (Paris’te 60’lı yıllarda yazarların sanatçıların gittiği yerlerin bulunduğu bir meydan ve mahalle adı, bu isimde bir şarkı da var.)
“Üzerimde sürekli olarak sevdiğim bir roman bulundurmak bana güven veriyordu.” (s.35)
“Bugüne değin iyi anılarım yalnızca kaçış anılarıydı.”(s.61)
“Paris, o gece bir daha dönmemesiye bıraktığım bir kent gibi ıssızdı.” (s.65)
İkinci Dünya Savaşı sonrasında yıkılan Avrupa’nın insan ruhunu etkileyişini işlemekse maksadı yazarın, romanı, Londra’da, Jacquline’nin ilk kayboluşunda  bitirebilirdi. Ama aradan on beş sene geçiyor, yazarımız Paris’e dönüyor ve bir gün metroda Jacqueline’i görüyor ya da birini iyice ona benzetiyor, unutuşunu hatırlıyor. Kadını takip ediyor ama ulaşamıyor.
“O zaman yerle gök arasındaymışım  ve şimdiki yaşamımdan kopuyormuşum gibi geliyor bana. Hiçbir şey hiçbir şeye bağlamıyor  artık beni. Az önce bir taşra garına benzeyen (çünkü camlı bir çatısı var) Corvisart İstasyonu’nun çıkışında sanki  zamanın bir aralığından kayıyormuşum gibi olacak, bir daha hiç mi hiç belirmemesiye silinip gideceğim. Sokağın yokuşundan ineceğim ve bir daha ona rastlama şansına ereceğim. Bu semtte bir yerlerde oturuyor olmalı.”  s.111)
Bir on beş yıl daha geçiyor yine aynı semtte bu sefer bir otomobilden inerken yine aynı kadını görüyor bu sefer sıkı takip ile kadına ve çevresine ulaşıyor. O, işte tastamam o, göz yanılsa bile ruh çekiyor. Kadın, onu tanımadığını söylüyor ama kocasından gizli dışarıya çıkıp Jacqueline olduğunu söylüyor.  Ama Jacqueline yeniden kayboluyor.
“Yazın, büyük kentlerde uzun zamandır birbirini gözden kaybetmiş olan ya da birbirini tanımayan insanlar bir akşam bir taraçada birbirini bulur sonra gene yitirirler. Hiçbir şeyin gerçekten önemi yoktur.” (s.119)
“Jacqueline ve ben bir sinema platosunda figüranlar arasında kaybolmuştuk.” (s.127)
“Boş sözcükler, oyuk tümceler, sanki onunla ben kendi ölümümüzden sonra yaşıyormuşuz  ve artık geçmişe en ufak bir anıştırmada bile bulunamıyormuşuz gibi. O bu rolde çok rahattı. Ben de bundan dolayı ona kızmıyordum; yavaş yavaş neredeyse tüm yaşamımı unutmuştum ve bu yaşamın koca parçaları toz olup gittikçe hoş bir hafiflik duyuyordum.” (s.127)  
Buralar, on beş yıllık arayışlar, tam da Azeri yazar Anar’ın Beş Katlı Binanın Altıncı Katı adlı oyunundaki  sahnelere benziyor. Aşk hep bir/biraz fazlalıktır.
Yazarlık macerasını anlatan otobiyografik romanlar (Martin Eden / Jack London, Açlık/ Knut Hamsun ilk aklıma gelen romanlar) belki de yazarlık ötesi, edebiyat ötesi işlevlerinden ötürü edebiyat dışı ve itici görünmüşlerdir gözüme ama En Uzağından Unutuşun kendine çeken bir tadı var, havası var, kokusu var. Şiir gibi, gibisi fazla düpedüz şiir. Çeviride Tahsin Yücel, beklentimin çok üzerinde.  Kapanmak üzere olan kafedeki neonların alalâde ışıklarını yazar nasıl güzelleştiriyor:  “Sessizlikte, neonların vızıltısını duyuyordum çevremde. Dış bölümün camlarının karanlığıyla çelişen bir ışık veriyorlardı, fazla keskin bir ışık, gelecek baharların ve yazların umudu gibi.” s.69-70)

Bir Paris güzellemesi denebilir mi bilmem bu roman için, gerçi Paris’in birçok semtinin, caddesinin adı geçiyor içinde ama oraları öyle manzaralarıyla gözümüzün önüne sermiyor. Londra’nın da çok sisli ve yağmurlu olduğunu özellikle belirtiyor, herhalde Londra’yı sevmemiş yazarımız. “Sürekli yağmur yağan on beş sonu gelmez gün.” (s.73) Olayların Paris ve Londra’da geçmesi, ister istemez Charles Dickens’ın ünlü İki Şehrin Hikayesi’ni akla getiriyor ama konu olarak iki roman arasında ilgi kurmak zor.
Romanın en başarılı yanı dili. Modiano, düzyazıyla şiir yazmış, şiirle roman yazmış. Batı edebiyatında romandan önce bizdeki mesnevi türüne benzer olay- öykü anlatan şiirler var mıydı vardır mutlaka  ama bu roman modern bir mesnevi. Kişiler, gerçek hayattan alınma, olaylar inandırıcı. Olur mu olur böyle şeyler. Her şey yalan yalnızca aşk gerçek olan.

PATRİCK MODİANO (1945-)
1968’de La Place de l’Etoile ile Roger-Nimier ve Fénéon Ödüllerine, 1972’de Les Boulevards de la ceinture ile Fransız Akademisi Büyük Roman Ödülü’ne, 1978’de Rue des boutiques obscures ile Goncourt Ödülü’ne, 2000’de Paul-Morand Edebiyat Büyük Ödülü’ne tüm yapıtlarıyla, Georges Simenon’un aynı adlı romanına ithafen 2005’te yazdığı Pedigree romanı ile Prix des Libraires'ye (Kitapevleri Ödülü), 2010’da tüm yapıtlarıyla Cino del Duca Dünya Ödülü’ne, 2012’de Avusturya Devleti Avrupa Edebiyatı Ödülü’ne değer görüldü.
Patrick Modiano, romanının adı En Uzağından Unutuş sözünü, Ünlü Alman şair Stefan George’ın bir şiirinden almış. Kitabı da herhalde yakın arkadaşı, Avrupa’nın saygın edebiyat ödülleri, Hauptmann, Büchner ve Kafka ödüllerini kazanan, 1942 doğumlu,  Avusturyalı romancı Peter Handke’ye adamış. Acaba, En Uzağından Unutuş’ta  anlatılan Handke’nin başından mı geçmiş? Bu dahi olabilir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder