Gezgin kitap satıcısı bir genç, - romanda adı yok, yazar bu
gezgin satıcının kendisi olduğuna bizi inandırmak istiyor, anlatımın 1. Tekil
kişi kipi olması da esere anı roman- yaşantı havası katıyor - bir çiftle, geçimini kumar oynayarak kazanan
Van Bever ve sürekli Mayorka’ya gitme hayalleri kuran Jacqueline ile tanışıyor.
Çift, Van Bever ile Jacqueline, anlaşıldığı kadarıyla evli değil sadece
birlikte yaşıyorlar. Van Bever, kumar oynamaya gittiği geceler Jacqueline,
kahramanımızla yatıyor. Sevgilisinin kumar masasından tanıdığı Cartaud ile de
yatıyor, hatta öyle anlaşılıyor ki Jacqueline başkalarıyla da yatıyor. Sadece
beraber değil hep beraber yaşıyorlar. Bunların bazılarını Bever, biliyor hatta
kahramanımıza “ben yokken sen kıza göz kulak olursun” bile diyor. Jacqueline, kendisi
Cartaud ile yatarken kahramanımızı Cartaud’un oteline gönderiyor, adamın para
dolu valizini çaldırtıyor. Burada, olayların polisiye roman türüne kayacağı
endişesine kapıldım, ama korktuğum olmadı. Kahramanımızın hırsızlığı aşk ile
yaptığı anlaşıldı. Jacqueline, Bever’i
bırakıp (Bever, daha sonraki olaylarda hiç rol almıyor, gözükmüyor) gezgin
kitap satıcısı ile olayların geçtiği Paris’ten Londra’ya kaçıyorlar. Olayların
merkezinde anlatıcı kahraman ile Jacqueline
var, diğer kişiler onların hayatlarına girdikleri kadar göz önünde.
Yıllar geçiyor herkes ve her şey unutuluyor ama Jacquline ve onunla
yaşanılanlar unutulmuyor. Londra’daki yaşamları
da Paris’tekinden farksız. Londra
gençleri de hep beraber yaşama modasına tutulmuşlar. Burada, tanıştıkları
birtakım kişilerle, Linda (Jacqueline’in İngiliz versiyonu, esmer bir kız),
Peter Rachman (Linda’nın dostu ve patronu, emlak vurguncusu), Michael
Savoundra(senarist, film yapımcısı), ile ilişkileri de ayıplı çıkarlar üzerine…
Kişilerin aileleri yaşamlarında rol almıyor, onlardan hiç söz edilmiyor. “Annemle
babamın yüzlerini neredeyse unuttum.” ( s.17)
Bir yerde de o büyük şehirlerde, Paris’te, Londra’da nasıl yalnız
kaldıklarını “Yazık, telefon edecek hiç kimsemiz yok” diye anlatıyor. Kahramanımız,
Savoundra’nın yazdığı bir senaryoyu Fransızca yanlışlarını düzeltmek amacıyla okuyor. Hikaye aynı, romandaki
öykünün bir benzeri. Gezgin kitap satıcımız, böyle bir öyküyü kendisinin de
yazabileceğine inanıyor ve yazar oluyor.
Fuzuli’nin
Dost bî-pervâ felek bî-rahm devrân bî-sükûn,
Derd çok hem-derd yok düşman kavî tâli' zebûn.
Derd çok hem-derd yok düşman kavî tâli' zebûn.
(Dost umursamaz, felek acımasız, dünya karışık. Dert çok, dert
ortağı yok, düşman güçlü, talihim ise âciz.)
beytinde dediği gibi kalabalıklar içinde yalnızlığa itilmiş
büyük kent insanının yaşayışını şiirli bir dille anlatıyor Modiano:
“İş çok… Dert çok… Hem de hep aynı şey…” (s.101)
“Ama daha yeni başka anıları ne denli bir araya getirirsem
getireyim hepsi de yaşadığımdan iyice emin olamadığım eski bir yaşamın
malıydı.” (s.112)
Evlerinde aileleriyle
değil de otellerde yaşayan Avrupalının yeni bohem yaşayışı anlatılıyor:
“Cartaud benden otelimin adresini sordu, Saint Jaques Sokağı’ından
Saint Germain Bulvarı’na geldik.
“ Yanlış anlamıyorsam hepiniz otelde kalıyorsunuz?”
“Kısacası bohem yaşamı…” (s.39)
“Belki de bir alay ve suç ortaklığı havası bulmak istiyordu.
Öyleyse beceriksizce yapıyordu bunu, gençlik karşısında çekingenleşen şu daha
yaşlı insanlar gibi.
“Peki daha ne zamana kadar otellerde kalacaksınız?”
Bu aykırı yaşayışa rağmen Batı gençliğinin genel geçer
popüler veya arabesk bir yaşayışın içinde battığını değil doğrudan
geleneklerine bağlı sanat ve kültür temellerinin üzerinde ayakta durmakta
olduğunu da anlıyoruz, bu belki bir öneri:
“Dante Kafe”, “William Mc Givern (Roman yazan Amerikalı), “Quartier
Latin” (Paris’te 60’lı yıllarda yazarların sanatçıların gittiği yerlerin
bulunduğu bir meydan ve mahalle adı, bu isimde bir şarkı da var.)
“Üzerimde sürekli olarak sevdiğim bir roman bulundurmak bana
güven veriyordu.” (s.35)
“Bugüne değin iyi anılarım yalnızca kaçış anılarıydı.”(s.61)
“Paris, o gece bir daha dönmemesiye bıraktığım bir kent gibi
ıssızdı.” (s.65)
İkinci Dünya Savaşı sonrasında yıkılan Avrupa’nın insan
ruhunu etkileyişini işlemekse maksadı yazarın, romanı, Londra’da, Jacquline’nin
ilk kayboluşunda bitirebilirdi. Ama
aradan on beş sene geçiyor, yazarımız Paris’e dönüyor ve bir gün metroda
Jacqueline’i görüyor ya da birini iyice ona benzetiyor, unutuşunu hatırlıyor.
Kadını takip ediyor ama ulaşamıyor.
“O zaman yerle gök arasındaymışım ve şimdiki yaşamımdan kopuyormuşum gibi
geliyor bana. Hiçbir şey hiçbir şeye bağlamıyor
artık beni. Az önce bir taşra garına benzeyen (çünkü camlı bir çatısı
var) Corvisart İstasyonu’nun çıkışında sanki
zamanın bir aralığından kayıyormuşum gibi olacak, bir daha hiç mi hiç
belirmemesiye silinip gideceğim. Sokağın yokuşundan ineceğim ve bir daha ona
rastlama şansına ereceğim. Bu semtte bir yerlerde oturuyor olmalı.” s.111)
Bir on beş yıl daha geçiyor yine aynı semtte bu sefer bir
otomobilden inerken yine aynı kadını görüyor bu sefer sıkı takip ile kadına ve
çevresine ulaşıyor. O, işte tastamam o, göz yanılsa bile ruh çekiyor. Kadın,
onu tanımadığını söylüyor ama kocasından gizli dışarıya çıkıp Jacqueline
olduğunu söylüyor. Ama Jacqueline
yeniden kayboluyor.
“Yazın, büyük kentlerde uzun zamandır birbirini gözden
kaybetmiş olan ya da birbirini tanımayan insanlar bir akşam bir taraçada
birbirini bulur sonra gene yitirirler. Hiçbir şeyin gerçekten önemi yoktur.”
(s.119)
“Jacqueline ve ben bir sinema platosunda figüranlar arasında
kaybolmuştuk.” (s.127)
“Boş sözcükler, oyuk tümceler, sanki onunla ben kendi
ölümümüzden sonra yaşıyormuşuz ve artık
geçmişe en ufak bir anıştırmada bile bulunamıyormuşuz gibi. O bu rolde çok
rahattı. Ben de bundan dolayı ona kızmıyordum; yavaş yavaş neredeyse tüm
yaşamımı unutmuştum ve bu yaşamın koca parçaları toz olup gittikçe hoş bir
hafiflik duyuyordum.” (s.127)
Buralar, on beş yıllık arayışlar, tam da Azeri yazar Anar’ın
Beş Katlı Binanın Altıncı Katı adlı oyunundaki sahnelere benziyor. Aşk hep
bir/biraz fazlalıktır.
Yazarlık macerasını anlatan otobiyografik romanlar (Martin Eden / Jack London, Açlık/ Knut Hamsun ilk aklıma gelen romanlar) belki de
yazarlık ötesi, edebiyat ötesi işlevlerinden ötürü edebiyat dışı ve itici
görünmüşlerdir gözüme ama En Uzağından Unutuşun kendine çeken bir tadı var,
havası var, kokusu var. Şiir gibi, gibisi fazla düpedüz şiir. Çeviride Tahsin Yücel, beklentimin çok üzerinde. Kapanmak üzere olan kafedeki neonların
alalâde ışıklarını yazar nasıl güzelleştiriyor: “Sessizlikte, neonların vızıltısını duyuyordum
çevremde. Dış bölümün camlarının karanlığıyla çelişen bir ışık veriyorlardı,
fazla keskin bir ışık, gelecek baharların ve yazların umudu gibi.” s.69-70)
Bir Paris güzellemesi denebilir mi bilmem bu roman için, gerçi Paris’in
birçok semtinin, caddesinin adı geçiyor içinde ama oraları öyle manzaralarıyla gözümüzün önüne sermiyor.
Londra’nın da çok sisli ve yağmurlu olduğunu özellikle belirtiyor, herhalde Londra’yı
sevmemiş yazarımız. “Sürekli yağmur yağan on beş sonu gelmez gün.” (s.73)
Olayların Paris ve Londra’da geçmesi, ister istemez Charles Dickens’ın ünlü İki
Şehrin Hikayesi’ni akla getiriyor ama konu olarak iki roman arasında ilgi
kurmak zor.
Romanın en başarılı yanı dili. Modiano, düzyazıyla şiir
yazmış, şiirle roman yazmış. Batı edebiyatında romandan önce bizdeki mesnevi
türüne benzer olay- öykü anlatan şiirler var mıydı vardır mutlaka ama bu roman modern
bir mesnevi. Kişiler, gerçek hayattan alınma, olaylar inandırıcı. Olur mu olur
böyle şeyler. Her şey yalan yalnızca aşk gerçek olan.
PATRİCK MODİANO (1945-)
1968’de La Place de
l’Etoile ile Roger-Nimier ve Fénéon Ödüllerine, 1972’de Les Boulevards de la
ceinture ile Fransız Akademisi Büyük Roman Ödülü’ne, 1978’de Rue des boutiques
obscures ile Goncourt Ödülü’ne, 2000’de Paul-Morand Edebiyat Büyük Ödülü’ne tüm
yapıtlarıyla, Georges Simenon’un aynı adlı romanına ithafen 2005’te yazdığı
Pedigree romanı ile Prix des Libraires'ye (Kitapevleri Ödülü), 2010’da tüm yapıtlarıyla
Cino del Duca Dünya Ödülü’ne, 2012’de Avusturya Devleti Avrupa Edebiyatı
Ödülü’ne değer görüldü.
Patrick Modiano, romanının adı En Uzağından Unutuş sözünü,
Ünlü Alman şair Stefan George’ın bir şiirinden almış. Kitabı da herhalde yakın
arkadaşı, Avrupa’nın saygın edebiyat ödülleri, Hauptmann, Büchner ve Kafka
ödüllerini kazanan, 1942 doğumlu,
Avusturyalı romancı Peter Handke’ye adamış. Acaba, En Uzağından
Unutuş’ta anlatılan Handke’nin başından
mı geçmiş? Bu dahi olabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder