Eylül’de,
Aydın’da kırk yıllık arkadaşlarım Sadettin Yabaş ve Ali Aksüt’le buluştuk, çay
içtik, sohbet ettik. Aksüt, bayramda Didim’de Bursa Eğitim Enstitüsü’nden
hocamız Süreyya Beyzadeoğlu ile karşılaştıklarını, bayramlaştıklarını, Süreyya
Hocamızın maşallahı olduğunu, tatlı sohbetiyle tatillerine renk kattığını belirtti. Hocamız,
Bursa Eğitim Enstitüsü’nden sonra Trakya Üniversitesi’nde Türk Dili ve
Edebiyatı bölüm başkanlığı yapmış ve oradan emekli olmuştu. Öğretmenliği
hakkıyla yapan, öğrencilerini okul sonrasında da takip eden, gözden uzak olsa
da hep hatırlanan çok sevdiğimiz bir öğretmenimiz.
-Akşam
Didim sahilinde hanımla yürüyorduk. Aaa! Hiç ummadığım anda karşımızda Süreyya
Hocayı bulduk, onun da yanında hanımı vardı. El ele tutuşmuş bize doğru
geliyorlardı. Kucaklaştık, bayramlaştık. Bir çay bahçesine oturduk, hal hatır
sorduk. Edirne’den geliyorlarmış, özel otomobilleriyle. Burada ben araya girdim “Süreyya Hoca, o
kadar uzun yolu otomobili kendisi sürerek mi kat etmiş?” “Tabi” dedi Ali, Hoca,
yetmişi geçmiş ama iş bitmemiş! Hepimizi cebinden çıkartır, vallahi… Bu karşılaşmadan
dolayı çok sevindim ve doğrusu çok da şaşırdım, kırk yıl sonra sevdiğim bir
hocamla… Hayatta tesadüf diye bir şey olmadığına artık iyiden iyiye inanmaya
başladım. İşte kardeşlerim bunu şimdi de size anlatmak varmış. Bu da mı
tesadüf? Bizim okulda (Eğitim’de)
hocanın hemşehrisi (Sivaslı) bir şair vardı… Adını hatırlamaya çalıştı ama
çıkartamadı, bize sordu, “Beşir Ayvazoğlu?” dedik, o değil dedi ama onunla aynı
dönemde okumuşlardı. Benden önceki dönem olduğu için hatırlamamam doğal diye
düşündüm, Sadettin de bir iki isim söyledi Ali onlar da değil canım dedi
kendisi eee etti uuuu etti yok yahu dilimin ucunda neydi hay Allah, neyse şimdi
gelir aklıma. İşte onun yazdığı bir şiiri, Bursalı Bestekar Erdinç Çelikkol
bestelemiş çok meşhur bir şarkı… Araya girdik: şarkının adı ne, neden
bahsediyormuş sözleri? Ali, şarkının da sözlerini söyleyemedi, galiba
yaşlanıyoruz dedi ama hocanın bizden genç olduğunu bir kez daha vurguladı. Aşk
şarkısı tabi canım. Bizim şair arkadaş, Bursa’da öğrencilik yıllarında okuldan
bir kızla aşk yaşıyorlar, birbirlerini çok seviyorlar, çocuk Anadolu çocuğu,
kız Bursalı ve galiba Balkan göçmeni. Kızın ailesi, Bursa’da kalmalarını şart
koşuyor, gerekirse öğretmenlik yapmamasını, Bursa’daki kayınpederinin işlerinin
başına geçmelerini istiyorlar. Şair diyor ki arkadaş ben öğretmen olmak için
geldim Bursa’ya ve oldum, Anadolu’yu aydınlatacak fener oldum, burada sönmek istemem…
Ülkücülük işte! Sonunda olmuyor o
evlilik. Ama, şair hem şiirlere döküyor aşkını, hem de yaşadıklarını kağıda
geçiriyor, roman yazıyor. Romanın adı net olarak aklında Ali’nin: Çok Çiçekli
Senfoni. Kültür Bakanlığı roman ödülü de
kazanmış bu romanıyla (Hoca’nın verdiği kesin bilgi). Neyse efendim, Hoca
Edirne’den yola çıkarken arabanın teybine o şarkının kasetini koyuyor, döne döne
hep aynı şarkıyı dinliyorlar, karı koca hem dinliyorlar hem ağlıyorlar, “Aliciğim,
hanımla ağlaşa ağlaşa yolları kısalttık” dediler. Hay Allah yahu neydi o şarkının
adı? Bu arada İkinci bardaklarda da çaylarımız tükendi, Sadettin garsona
yeniden işaret edip çay söyledi. Ben telefonuma baktım, evet rehberde Süreyya
Hoca kayıtlı, arayalım, öğrenelim, dedim.
-Alo,
buyur canım, Mustafacığım, buyur!( Benim telefon numaram da Hocam’da
kayıtlıymış, gururla gülümsedim.)
-Hocam,
vakit belki geç, rahatsız etmekten ürkerek açıyorum ama Aydın’dayım, Ali Aksüt
ve Sadettin Yabaş’la sohbet ediyoruz.
-Yok,
yok benim için vakit o kadar geç değil evladım. Ha evet, Ali ve hanımıyla
Didim’de bayramda görüştük, nasıllar? Gözlerinizden öpüyorum, Sadettin’e ve Ali’ye
selamlar, sevgiler.
-Hocam,
Ali’ye, bizim okuldan öğrenciniz, hemşehriniz bir şairden ve şiirinden söz
etmişsiniz, Ali onun adını…
- Özkan
Yalçın!
Telefonun
hoparlörü açık, ama ben yine Hoca'nın sözlerini yeniden söylüyorum. Ali,
onaylama işareti yapıyor.
- Hocam,
ne adını, ne romanını, ne bir şirini duydum, kendimi bir de çok meraklı
sanırdım, öğrenciniz olduğum için utanıyorum, dedim.
-Bak
şiir de şöyle dedi Süreyya Hoca ve kırk yıl önceki okul kürsüsü heyecanıyla.
Aliye işaret ettim, kalem kağıt çıkardı, Hoca da yazacağımızı sezdi, şiiri tane
tane okudu.
Gurbet diye gitseydin, günü güne
eklerdim
Asker oldum deseydin, teskereyi beklerdim
Telefon tellerini, mektupları koklardım
Asker oldum deseydin, teskereyi beklerdim
Telefon tellerini, mektupları koklardım
Özrün yok gidiyorsun, son bir defa bak da git
Madem ki gidiyorsun, anıları yak da git.
Madem ki gidiyorsun, anıları yak da git.
Bir yağmur sonrasında, o merdiven başını
Bir kuyumcu önünde, iki yüzük taşını
Hatırlama, istemem gözlerimin yaşını
Özrün yok gidiyorsun, son bir defa bak da git
Madem ki gidiyorsun, anıları yak da git.
Madem ki gidiyorsun, anıları yak da git.
-Ben, dedi Hoca, onların (Şair Özkan ve sevgilisinin)
attıkları her adımı izlerdim, nefeslerini duyardım.
Süreyya Hoca, Özkan Yalçın’ın
aşkını baştan sona, sınıf, koridor, kantin merdiven başı, ayrıntılarıyla
anlattı. Kitapta, altı yerde kendisinden söz edildiğini belirtti.
-Bir aşkın tanığı olmuşsunuz Hocam.
-Evet, aşklarının tanığı oldum
olduğuma sevindim ama gönül isterdi ki nikah şahitleri olaydım, olmadı, ona
yanarım. Çocuk, belki de o aşkın hasretiyle yandı, kavruldu, melun hastalığa
yakalandı, 1998’de göçtü gitti, evladım.
-Hocam, en kısa zamanda Çok Çiçekli
Senfoni’yi alıp okuyacağım.
- Ötüken Neşriyat’tan çıktı son
baskısı.
-Tamam Hocam, ellerinizden öpüyorum,
hürmetler, eşiniz hanımefendiye selamlar.
Telefonu kapatmadan Ali’ye verdim,
o da Sadettin’e, onlar da konuştular, Hoca’yla.
Kitapçıma şipariş ettim Çok Çiçekli
Senfoni’yi, on gün sürdü gelmesi. Halen Bursa’da yaşayan benden bir sınıf büyük
Murat Çetinkaya ağabeyimle telefonda söz ettik romandan. O, biliyormuş Özkan
Yalçın’ı ve romanını ve şairliğini. “Bizim de yaşadığımız yerleri, semtleri
yazdığı için bize daha tanıdık ve sıcak geliyor
doğal olarak” dedi Murat ağabey. Bir solukta okudum.
Bir yüksek okul öğrencisinin
Bursa’da (Şair Göçmen Gözler Ülkesi diyor, romanın adı bu olsa mı diye aklımdan
geçirdim birkaç kere) geçen üç yılını anlatıyor. 1992 Kültür Bakanlığı Roman
Ödülü verilen Çok Çiçekli Senfoni’nin dili sade ve akıcı, şehir ve mekan tasvirleri
canlı, portreler gerçekçi, zaman akışı mantıklı. Bu tür yazıları şimdilerde
roman yerine “yaşantı” adıyla yeni bir edebi türün içine sokuyorlar. Şairin,
özellikle kısa cümlelerinde yer yer Necip Fazıl etkisi beliriyor. Adıyla konusu
arasında bir bağ, ilgi kurmaya
çalışıyorum. Genç (Şair) bir kızı (Burcu’yu) sevmiş ama aşkı platonik, kıza
söyleyememiş. Kızın arkadaşı (Gülşah mıydı adı?) diğer çiçek? Yok, olamaz.
Mahalleden Bulgaristan göçmeni evli bir kadın şairle gecelere akıyor ama o da
çiçek olamaz, diyorum. Zaten şair de o kadına değer vermiyor. Ondan korkuyor,
ürküyor. Sözlüklerde, orkestra
için bestelenmiş, birkaç bölümden oluşan uzun müzik eseri olarak tanımlanan
senfoni sözcüğü romanda orkestra=hayat, senfoni= şairin Bursa yılları eşleşmesinde
yerine oturuyor. Çok çiçek, Andre Gide’in Pastoral Senfoni adlı romanını
anıştırıyor ama iki anlatının konuları ilgisiz, ilişkisiz. Bir ihtimal daha
var: Yine Necip Fazıl. Ata Senfoni, onun manifesto şiiri, şiirinin manifestosu.
Romanın adlandırılmasında bu ihtimal ağırlık kazanıyor.
Mustafa YILDIZ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder