10 Kasım 2016 Perşembe

ÇOK ÇİÇEKLİ SENFONİ / ÖZKAN YALÇIN



Eylül’de, Aydın’da kırk yıllık arkadaşlarım Sadettin Yabaş ve Ali Aksüt’le buluştuk, çay içtik, sohbet ettik. Aksüt, bayramda Didim’de Bursa Eğitim Enstitüsü’nden hocamız Süreyya Beyzadeoğlu ile karşılaştıklarını, bayramlaştıklarını, Süreyya Hocamızın maşallahı olduğunu, tatlı sohbetiyle  tatillerine renk kattığını belirtti. Hocamız, Bursa Eğitim Enstitüsü’nden sonra Trakya Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı bölüm başkanlığı yapmış ve oradan emekli olmuştu. Öğretmenliği hakkıyla yapan, öğrencilerini okul sonrasında da takip eden, gözden uzak olsa da hep hatırlanan çok sevdiğimiz bir öğretmenimiz.
-Akşam Didim sahilinde hanımla yürüyorduk. Aaa! Hiç ummadığım anda karşımızda Süreyya Hocayı bulduk, onun da yanında hanımı vardı. El ele tutuşmuş bize doğru geliyorlardı. Kucaklaştık, bayramlaştık. Bir çay bahçesine oturduk, hal hatır sorduk. Edirne’den geliyorlarmış, özel otomobilleriyle.  Burada ben araya girdim “Süreyya Hoca, o kadar uzun yolu otomobili kendisi sürerek mi kat etmiş?” “Tabi” dedi Ali, Hoca, yetmişi geçmiş ama iş bitmemiş! Hepimizi cebinden çıkartır, vallahi… Bu karşılaşmadan dolayı çok sevindim ve doğrusu çok da şaşırdım, kırk yıl sonra sevdiğim bir hocamla… Hayatta tesadüf diye bir şey olmadığına artık iyiden iyiye inanmaya başladım. İşte kardeşlerim bunu şimdi de size anlatmak varmış. Bu da mı tesadüf?  Bizim okulda (Eğitim’de) hocanın hemşehrisi (Sivaslı) bir şair vardı… Adını hatırlamaya çalıştı ama çıkartamadı, bize sordu, “Beşir Ayvazoğlu?” dedik, o değil dedi ama onunla aynı dönemde okumuşlardı. Benden önceki dönem olduğu için hatırlamamam doğal diye düşündüm, Sadettin de bir iki isim söyledi Ali onlar da değil canım dedi kendisi eee etti uuuu etti yok yahu dilimin ucunda neydi hay Allah, neyse şimdi gelir aklıma. İşte onun yazdığı bir şiiri, Bursalı Bestekar Erdinç Çelikkol bestelemiş çok meşhur bir şarkı… Araya girdik: şarkının adı ne, neden bahsediyormuş sözleri? Ali, şarkının da sözlerini söyleyemedi, galiba yaşlanıyoruz dedi ama hocanın bizden genç olduğunu bir kez daha vurguladı. Aşk şarkısı tabi canım. Bizim şair arkadaş, Bursa’da öğrencilik yıllarında okuldan bir kızla aşk yaşıyorlar, birbirlerini çok seviyorlar, çocuk Anadolu çocuğu, kız Bursalı ve galiba Balkan göçmeni. Kızın ailesi, Bursa’da kalmalarını şart koşuyor, gerekirse öğretmenlik yapmamasını, Bursa’daki kayınpederinin işlerinin başına geçmelerini istiyorlar. Şair diyor ki arkadaş ben öğretmen olmak için geldim Bursa’ya ve oldum, Anadolu’yu aydınlatacak fener oldum, burada sönmek istemem… Ülkücülük işte!  Sonunda olmuyor o evlilik. Ama, şair hem şiirlere döküyor aşkını, hem de yaşadıklarını kağıda geçiriyor, roman yazıyor. Romanın adı net olarak aklında Ali’nin: Çok Çiçekli Senfoni. Kültür Bakanlığı  roman ödülü de kazanmış bu romanıyla (Hoca’nın verdiği kesin bilgi). Neyse efendim, Hoca Edirne’den yola çıkarken arabanın teybine o şarkının kasetini koyuyor, döne döne hep aynı şarkıyı dinliyorlar, karı koca hem dinliyorlar hem ağlıyorlar, “Aliciğim, hanımla ağlaşa ağlaşa yolları kısalttık” dediler. Hay Allah yahu neydi o şarkının adı? Bu arada İkinci bardaklarda da çaylarımız tükendi, Sadettin garsona yeniden işaret edip çay söyledi. Ben telefonuma baktım, evet rehberde Süreyya Hoca kayıtlı, arayalım, öğrenelim, dedim.
-Alo, buyur canım, Mustafacığım, buyur!( Benim telefon numaram da Hocam’da kayıtlıymış, gururla gülümsedim.)
-Hocam, vakit belki geç, rahatsız etmekten ürkerek açıyorum ama Aydın’dayım, Ali Aksüt ve Sadettin Yabaş’la sohbet ediyoruz.
-Yok, yok benim için vakit o kadar geç değil evladım. Ha evet, Ali ve hanımıyla Didim’de bayramda görüştük, nasıllar? Gözlerinizden öpüyorum, Sadettin’e ve Ali’ye selamlar, sevgiler.

-Hocam, Ali’ye, bizim okuldan öğrenciniz, hemşehriniz bir şairden ve şiirinden söz etmişsiniz, Ali onun adını…
- Özkan Yalçın!
Telefonun hoparlörü açık, ama ben yine Hoca'nın sözlerini yeniden söylüyorum. Ali, onaylama işareti yapıyor.
- Hocam, ne adını, ne romanını, ne bir şirini duydum, kendimi bir de çok meraklı sanırdım, öğrenciniz olduğum için utanıyorum, dedim.
-Bak şiir de şöyle dedi Süreyya Hoca ve kırk yıl önceki okul kürsüsü heyecanıyla. Aliye işaret ettim, kalem kağıt çıkardı, Hoca da yazacağımızı sezdi, şiiri tane tane okudu.

Gurbet diye gitseydin, günü güne eklerdim
Asker oldum deseydin, teskereyi beklerdim
Telefon tellerini, mektupları koklardım

Özrün yok gidiyorsun, son bir defa bak da git
Madem ki gidiyorsun, anıları yak da git. 

Bir yağmur sonrasında, o merdiven başını
Bir kuyumcu önünde, iki yüzük taşını
Hatırlama, istemem gözlerimin yaşını

Özrün yok gidiyorsun, son bir defa bak da git
Madem ki gidiyorsun, anıları yak da git. 

-Ben, dedi Hoca, onların (Şair Özkan ve sevgilisinin) attıkları her adımı izlerdim, nefeslerini duyardım.
Süreyya Hoca, Özkan Yalçın’ın aşkını baştan sona, sınıf, koridor, kantin merdiven başı, ayrıntılarıyla anlattı. Kitapta, altı yerde kendisinden söz edildiğini belirtti.
-Bir aşkın tanığı olmuşsunuz Hocam.
-Evet, aşklarının tanığı oldum olduğuma sevindim ama gönül isterdi ki nikah şahitleri olaydım, olmadı, ona yanarım. Çocuk, belki de o aşkın hasretiyle yandı, kavruldu, melun hastalığa yakalandı, 1998’de göçtü gitti, evladım.
-Hocam, en kısa zamanda Çok Çiçekli Senfoni’yi alıp okuyacağım.
- Ötüken Neşriyat’tan çıktı son baskısı.
-Tamam Hocam, ellerinizden öpüyorum, hürmetler, eşiniz hanımefendiye selamlar.
Telefonu kapatmadan Ali’ye verdim, o da Sadettin’e, onlar da konuştular, Hoca’yla.
Kitapçıma şipariş ettim Çok Çiçekli Senfoni’yi, on gün sürdü gelmesi. Halen Bursa’da yaşayan benden bir sınıf büyük Murat Çetinkaya ağabeyimle telefonda söz ettik romandan. O, biliyormuş Özkan Yalçın’ı ve romanını ve şairliğini. “Bizim de yaşadığımız yerleri, semtleri yazdığı için bize daha tanıdık ve sıcak geliyor  doğal olarak” dedi Murat ağabey. Bir solukta okudum.
Bir yüksek okul öğrencisinin Bursa’da (Şair Göçmen Gözler Ülkesi diyor, romanın adı bu olsa mı diye aklımdan geçirdim birkaç kere) geçen üç yılını anlatıyor. 1992 Kültür Bakanlığı Roman Ödülü verilen Çok Çiçekli Senfoni’nin dili sade ve akıcı, şehir ve mekan tasvirleri canlı, portreler gerçekçi, zaman akışı mantıklı. Bu tür yazıları şimdilerde roman yerine “yaşantı” adıyla yeni bir edebi türün içine sokuyorlar. Şairin, özellikle kısa cümlelerinde yer yer Necip Fazıl etkisi beliriyor. Adıyla konusu arasında bir bağ, ilgi  kurmaya çalışıyorum. Genç (Şair) bir kızı (Burcu’yu) sevmiş ama aşkı platonik, kıza söyleyememiş. Kızın arkadaşı (Gülşah mıydı adı?) diğer çiçek? Yok, olamaz. Mahalleden Bulgaristan göçmeni evli bir kadın şairle gecelere akıyor ama o da çiçek olamaz, diyorum. Zaten şair de o kadına değer vermiyor. Ondan korkuyor, ürküyor. Sözlüklerde, orkestra için bestelenmiş, birkaç bölümden oluşan uzun müzik eseri olarak tanımlanan senfoni sözcüğü romanda orkestra=hayat, senfoni= şairin Bursa yılları eşleşmesinde yerine oturuyor. Çok çiçek, Andre Gide’in Pastoral Senfoni adlı romanını anıştırıyor ama iki anlatının konuları ilgisiz, ilişkisiz. Bir ihtimal daha var: Yine Necip Fazıl. Ata Senfoni, onun manifesto şiiri, şiirinin manifestosu. Romanın adlandırılmasında bu ihtimal ağırlık kazanıyor.
Mustafa YILDIZ



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder