Gizli veya açık herkes define avcısıdır.
Namazgâh
Şefik Camii önünde buluştuk. Akşam gezmelerimizin rotasını Rüştü Abi çiziyor. Yalnız başına da olsa arkadaşlarıyla da olsa hemen her akşam yemeğinden sonra aşağı yukarı saat sekiz sırası başlar yürüyüşü, günü sporla kapatır, sağlıklı yaşam için şart. Yeni Postanenin önünden Tekke Meydanı'na ağır aksak adımlarla, oradan Orhan Camii’ne doğru hafif yokuş aşağı kendiliğinden tempo artırarak ısınıyoruz, yol tenha, çıkarsa bir iki tanıdık selamlaşıyoruz, çarşıya yakın köşelerden tesiri azalan gürültüler geliyor, seslerin anlamı yok, belki anlamak istemiyoruz. Ağva yolu üzerindeki köprünün solundan, yayalar için yapılan tahta geçitten derenin karşı kıyısına geçip Namazgâh’a salınıyoruz. İlk top oynadığımız, bisiklete binmeyi düşe kalka öğrendiğimiz, taa, Sultan Orhan zamanından kalma koca çayır ufaldıkça ufalmış, Kandıra’nın cebine girmiş sanki, derenin şehir tarafında gram çayır kalmamış, Un Değirmeni’nden İzmit yönüne doğru uzanan top sahası ve panayır yerinde şimdi, otogar, sanayi ve pazaryeri binaları oturtulmuş, eskiden mesire yapılan karşı kıyıda, ihtiyar gövdelerinde fetih günlerinin mağrurluğunu taşıdığını unutan ulu çınarların gölgesine saklanmış gibi garip, mahzun Namazgâh. Öyle rivayet edilir ki Kandıra’yı 1326 yılında fetheden Akçakoca ve askerleri, ilk namazlarını bu ulu çınarların çevrelediği çayırda kılmışlar.
Şefik Camii önünde buluştuk. Akşam gezmelerimizin rotasını Rüştü Abi çiziyor. Yalnız başına da olsa arkadaşlarıyla da olsa hemen her akşam yemeğinden sonra aşağı yukarı saat sekiz sırası başlar yürüyüşü, günü sporla kapatır, sağlıklı yaşam için şart. Yeni Postanenin önünden Tekke Meydanı'na ağır aksak adımlarla, oradan Orhan Camii’ne doğru hafif yokuş aşağı kendiliğinden tempo artırarak ısınıyoruz, yol tenha, çıkarsa bir iki tanıdık selamlaşıyoruz, çarşıya yakın köşelerden tesiri azalan gürültüler geliyor, seslerin anlamı yok, belki anlamak istemiyoruz. Ağva yolu üzerindeki köprünün solundan, yayalar için yapılan tahta geçitten derenin karşı kıyısına geçip Namazgâh’a salınıyoruz. İlk top oynadığımız, bisiklete binmeyi düşe kalka öğrendiğimiz, taa, Sultan Orhan zamanından kalma koca çayır ufaldıkça ufalmış, Kandıra’nın cebine girmiş sanki, derenin şehir tarafında gram çayır kalmamış, Un Değirmeni’nden İzmit yönüne doğru uzanan top sahası ve panayır yerinde şimdi, otogar, sanayi ve pazaryeri binaları oturtulmuş, eskiden mesire yapılan karşı kıyıda, ihtiyar gövdelerinde fetih günlerinin mağrurluğunu taşıdığını unutan ulu çınarların gölgesine saklanmış gibi garip, mahzun Namazgâh. Öyle rivayet edilir ki Kandıra’yı 1326 yılında fetheden Akçakoca ve askerleri, ilk namazlarını bu ulu çınarların çevrelediği çayırda kılmışlar.
Karşıdan
eşofmanlı bir çift geliyor, tempolu yürüyorlar,
belli ki onlar aynı güzergâhı tersten kullanıyorlar. Yan yana gelince
erkeğin genç, uzun boylu, güleç yüzlü, kadının ise basbayağı esmer tenli,
uyumlu, hallerinden memnun oldukları anlaşılıyor, Rüstü Abi, onları, başkanı olduğu Kandıra
Musiki Derneği’nin yarın akşam başlayacak Türk Sanat Müziği Korosu
çalışmalarına davet ediyor, “Kefken yolunda, köşede, eski postane binasında,
üçüncü kat, şimdi Belediye Kültür Müdürlüğü var, Şoförler Derneğinin üstü,
unutma, saat altı buçuk sekiz buçuk arası, mutlaka bekliyorum.” Çift, müzik
çalışmalarının nihayet başlamasından duydukları küçük sevinci gülümseme ile
gösteriyorlar, karşılıklı “ iyi
akşamlar” “ iyi akşamlar”. Onlardan, sesimizi duyamayacakları kadar uzaklaşınca çiftin karı
koca doktorlar olduklarını, erkeğin çocuk doktoru, önce devlet
hastanesinde belki de mecburi hizmette çalıştığını, Kandıra’yı ve Kandıralıları
çok sevdiğini, tayini çıkınca, istifa edip özel muayenehane açtığını, kadının
ise sonradan kasabamıza geldiğini, aslen Afrikalı, galiba jinekolog olduğunu
söyledi Rüştü abi, Kandıralılar da onları seviyor, ikisi de koroda yer alacaklar, ne güzel.
Islah
çalışmalarında derenin batı kıyısına Namazgâh çayırı boyunca yürüyüş parkuru
yapılmış, alçak bir kaldırım ama güvenli. “Tam, un değirmeninin hizasında, “
Sizin şu değirmenin önünde yolun ortasında kocaman bir taş vardı abi, ne oldu o
taşa? Benim çok gizli bir bilgiyi ulu
orta söylememden şaşkınlık geçiren bir yüz ifadesiyle ve ilk hecelerin üstüne
basarak “Define taşı, sen nereden biliyorsun onu?” “Eskiden 19 Mayıs Bayramı
törenlerinin de yapıldığı çayıra, top sahasına gidip gelirken görürdük,
üzerinde kuş resimleri falan kazılıydı, şimdi yok.” “Kuş değil yılan resimli
taş. Caddeler açılırken, asfalt atılırken kaldırdılar, biz de değirmenin içine
taşıdık. Onun hikâyesi derin ve uzun, anlatırım.” Bazı konularda çok sabırsızım,
hemen anlatsa. “ Babam çok söylerdi, ona da babası söylermiş, çocukluğumdan
beri kulağımdadır o define hikâyeleri… Küp varmış, derlermiş, altında mı,
yanında mı, üç metre dere tarafında mı, yok beş metre çayır tarafında! Çok
kazıldı oralar, kazılmayan yer kalmadı. Çıktı mı? Nerede? Ben görmedim,
duymadım çıktığını, hâlâ ararlar, meraklılar. Şimdi değirmenin yıkılmasını
bekliyor herkes, duvarlarının altındaymış sarı liralar güya.” Değirmen binası o
kadar eski mi? “1948’de yanmış, şimdiki bina, yanan bina tamamen yıkılmadan,
temele dokunulmadan yeniden yapılmış, yığma bina. Ben de bekliyorum çıkacak mı bakalım altından
altın.”
Karşı
kıyıda, Otogar tarafında, kameriyelerin,
çardakların birinde, kızlı erkekli küçük bir grup, sigara paketleri, bira
şişeleri, çekirdek, patates cips poşetleri… Kafalarına göre takılıyorlar, telefonlarından mı teypten mi rahatsız
edici bir arabesk, aralarında küfürlü konuşmalar... Ne kadar mümkünse o kadar
uzaklarından dolaşmak konusunda sessizce anlaşıyoruz. Sanayinin karşısındaki
küçük beton köprüden geçip Otogar içinden yeni pazar yerine doğru rotamız.
Küçük köprünün sol ayağı yanından itibaren istinat duvarı üç dört metre
yıkılmış, yolun ortasına kadar kazılmış, geniş bir kuyu gibi cep açılmış, dere
suyu çamur gibi. Sanayi atıkları için künk mü döşenecek acaba? Derenin içinde
de define aranmış bir keresinde ilk kez duydum bu akşam, ağzım açık kaldı. “Orhan Mahallesi’nde
oturan yaşlı bir kadının rüyasına, sarıklı beyaz sakallı bir ermiş giresiymiş,
kadın rüyasını kime anlattıysa bu ermiş kesin Hızır Aleyhisselamdır denmiş.
İşte o ermiş, kadına rüyasında Namazgah deresindeki kuyular'da çok
altın var diyesiymiş. A, evet, o derede tam da çayırın karşısından Ağva
köprüsüne kadar olan yerinde beş tane kuyu olduğu eskiden beri söylenir zaten, Enli Kuyular denir. Hatta, bilenler “Kuyuların
yakınında yüzmeyin, yutar” derler. Ama hangisindeymiş altınlar acaba? Kenarlardaki
kuyularda değilmiş, ortadakilerden birindeymiş. Karşısında ulu çınar olan Enli Kuyu'daymış… Berrak, tertemiz, yeşilli beyazlı bir rüyaymış. Bu kadar net mi
görmüş? Vallahi ben anlatanların yalancısıyım kardeş, rüyayı gören kadın, dul ama aptesli
namazlı biriymiş, rüyaları mutlaka çıkarmış. Vallaha mı, vallaha. Çarşı esnafı seferber
oldu, hükümete dilekçe verildi kazı için, ücreti mukabilinde belediye iş
makinesi gönderdi, bir fon oluşturuldu, Namazgâh Deresi Define Araştırma Fonu,
listeler yapıldı, kayıtlar tutuldu. O kadar insan inandı ki define efsanesine,
herkes fona para yatırdı, iş büyüdü, falan tarihten sonra katılmak isteyenler artık
alınmadı, kayıtlar kapandı, kaçıranlar üzüldü, iştirakten geç haberi olan berber Nurettin,
parasını fona almadığı için Sabahattin abiye küstü. Derin araştırmalar yapıldı,
sağa soruldu, sola soruldu, iş mümkün olduğunca gizli tutuldu, çok ciddi
çalışıldı. Tarihçi Prof. Dr.Atilla Çetin Hoca’nın dahi görüşü alındı. Altınlar, Bizans dönemi
gömüleri olabilirmiş. Keşif yapıldı. Bir terslik çıktı, ortadaki kuyuların
üçünün de karşısında birer çınar ağacı vardı. Başka bir işaret arandı. Yok.
Rüyayı gören kadınla konuşuldu, kadın konunun çok dallanıp budaklandığını,
Hızır Aleyhisselam hazretlerinin belki de bundan dolayı kendisine bir daha
uğramadığını, belli ki kasaba halkına küstüğünü, başka da konuşmak istemediğini,
söylemiş. Bu kadar yol aldıktan sonra başlanmış
işten dönmek olmaz, dediler. Definenin, ortadaki üç kuyuyu da kapsayan geniş alanda
aranması kararlaştırıldı. Kazı gündüz başladı, hummalı gözler deredeki kuyuları
eşeleyen kepçeden bir an bile ayrılmıyor, heyecan dorukta, akşama kadar çalıştı iş makinesi, sonuç yok, karanlık
bastırdı ama kimse kazı alanından ayrılmadı, karnı acıkanlardan bazıları evlerine
birini gönderdiler, ekmek arası bir şeyler getirtip kazı başında yediler. Bazıları
da Simitçi Nevzat’a yirmi beş kuruş bayılıp kahkahalı simitlerinden yediler. Kadınlar Çarşısı'nda manifaturacı Naim Bey'in küçük ama uyanık oğlu Vural, güzdüzleri Çayır'da abisiyle bisiklet kiralatan Vural, kalabalık içinde Zeki Müren gibi yürüyen Nevzat'ın eteğinden bir dakika bile ayrılmadı, soğuk kalsın diye su kovasına daldırdığı Kandıra Gazozu şişelerini peşi sıra patlattı "simidine gazoz abi simidine gazoz" diyerekten. Bu çocukta iş var, görürsün ileride mühendis olacak, dediler. Gazete kâğıdından yaptığı külahlarda bir çay bardağı ay çiçeği veya kabak
çekirdeğini on kuruştan satan Küçük Mehmet Efendi’nin çırağı Cücük Mehmet de iyi para
kazandı o akşam, önlüğünün cepleri şıngır mıngır, Allah bereket versin. Kâh ay ışığında kâh el fenerlerinin aydınlatmasıyla çalışan iş
makinesinin yanından gece yarılarına kadar kimse ayrılmadı. Kepçeyi her
daldırışta yeşeren umutlar her çıkarışta söndü. Çoluk çocuk, kadın, yaşlı
sersefil oldu sabahlara kadar. Çıkmadı, Enli Kuyular'dan çamurdan başka bir şey çıkmadı,
kumpanya boynu bükük dağıldı.”
Pulluğun Parçaladığı Küp

Hatıralarını Hazine Yapan Adam
Gözlerimin önünde, çocukluğumdaki yolun ortasında yer alan o, kuş yahut yılan resimli kocaman taş.
Değirmeni, Kurtuluş Savaşı yıllarında Rum bir aileden almış Rüştü abinin büyük
dedesi, ondan evveli zaten kasabanın ileri gelenlerinden, büyük büyük dedesi
ilk belediye başkanı Hacı Mustafa Efendi. “Değirmeni satan Rum, buraları terk
ederken, paraları yanında götürmek istemiyor. Her taraf eşkıya, çete dolu o
zamanlar. Paranın gittiğine yanmaz insan canından da olur. Çoluğu çocuğu, kapı
kacağı toplamış adam, buradan, öküz arabasıyla Seyrek’e, -bak o zaman da liman
varmış Seyrek’te, hatta gümrük memurluğu da vardı bir zaman, Kamuran ve Gönül
Akkor’un babası Seyrek’te gümrük şefi- Seyrek’ten de balıkçı teknesiyle ver
elini İstanbul. En güvenli kaçış yolu o, o zamanlar. İşte, güya o Rum aile gitmeden, sarı
liraları saklamış bir yere derler, çocukluğumdan hatta babamın çocukluğundan
beri anlatılır durur bu hikâye.” Laf lafı açar, düşünce düşünceyi kovalar.
Seyrek, liman, gümrük sözcükleri, birini
gözünün önüne getirdi Rüştü abinin. Bize esas defineyi anlatacak adam Seyrekli
azizim. Hemen telefonunun rehberine baktı, tamam, tuşlara dokundu, Seyrekli
karşısında. “Anlatalım tabi Rüştücüğüm, tarihimiz hazinedir bizim, kültürümüz,
örfümüz, adetlerimiz hepsi birer define. Bak, Dünya Güzeli İbrahim gitti, ne
lezzetli anlatırdı, anlatamaz artık,
Ünal da gitti, ne goller atardı futbolcuyken Aşçı Nihat'ın oğlu Ünal Sarıçay, ikisine de Allah rahmet eylesin, bugün var yarın yoğuz,
gidenlerle tarih de gidiyor Rüştü,
hazine de, define de… Anlatacak kimimiz kaldı?” Samimi, sıcak, heyecanlı,
hevesli bir ses. Sözleştik, ilk pazar, Kandıra’da buluşacağız. Telefonla konuşurken yeni
pazar yerini geçmişiz, Askerlik Şubesi’nin önünden eski İzmit yoluna çıktık,
Kenan Evin’in Petrol Ofisi’nde ihtiyaç molası, mutad. Oradan eski mezarlığa
bayağı dik yokuş, spor dediğin böyle yapılırmış, hep düzde yürünmezmiş. Kandıra
Anadolu Lisesi ile Akçakoca Lisesi arasındaki yol da epeyi bayır. Eski Devlet
hastanesinin arkasından Kefken yoluna kadar neyse ki düz ve Çarşıbaşı’nda
Sabahattin abinin bakkal dükkanı finiş noktası, maksat spor olsun.
Pazarı iple çektim, söz
Seyrekli’de.
Öküz arabası süslenir, üstü kilimle örtülür, gelin arabası hazırlanır. Önde, sini üzerinde tavuk, turşu, peynir, rakı… O gelin arabası akşam olmadan önce eve giremezdi. Gelin almasından bir akşam önce yapılan kızevli eğlencesinde başlardı tavuk katliamı, kümeslerde, avlularda, samanlıklarda tavuk kalmazdı. Kız tarafı gelir oğlan evine ille de tavuk ister. Gelin alması günü gelin arabası gidiyor önde, dürü yapıyoruz, öküze “de haydi oğlum” tıngır mıngır gider gelin alayı, arkada yumruklu kavgalar, neler...
Hacınazifler'in eski dükkanının alt yanındaki pastanenin ikinci katında bizden başka kimse yok. Koyu sarı, küf sarısı boyalı salonun duvarlarına eklenmiş apliklerden sızan ölgün ışıkların gölgeli loşluğuyla uyumlu, mat renkli düz kumaşla kaplı koltuklar ve koyu ceviz boyalı masalar... televizyonu da kapattırdık garsona üç çay söyledik biri açık. Çaylar geldi, sustuk. Sonra, çay kaşığının çay bardağıyla temasından oluşan fon müziği
eşliğinde şiirle başladı muhabbet:
İçeceksen beyaz peynirin, kavunun
olsun.
Seyredeceksen önünde köpük köpük
denizin olsun.
Öleceksen gününü seç yerler
çamursuz olsun.
“Anladınız
mı?”
“Abi
bir daha söyle.”
Araba
gidiyor, öküz arabası, koca öküzler, Safalılı Hasan çalıyor klarneti ya da
Şaşkın. Mum dağıtılırdı davetiye yerine, kibrit dağıtılır, ekmek yapılır, topuz
gibi ufak, yumruk kadar ekmek, davetiye bunlar. Kimin düğünü var, düğün sahibi
kim? Ulak gider, ekmeği, kibriti, mumu önem sırasına göre dağıtırdı evlere. Küçük
düğün bu gün, büyük düğün günü şu gün, söylenir.
Düğün
öncesi dürü yapacağız: Çala oynaya köyün altına geldik. En büyük kâğıt para, beş
lira. Hemen bir çalı keseriz, paraları takarız,
ateş yanar çalının etrafında. Düğün sahipleri karşılamadılar mı daha? Tüfeğe
basarsın kurşunu, duyarlar gelirler, lüks ışığında, dumba da dumba, klarnet
çalar oynak bir hava, “kadifeden kesesi kahveden gelir sesi”. Misafirleri düğün
evine götürecekler, dürüde kim çalıya çok para takmış onu köyün en ileri
geleninin, en zengininin evine götürürler, iyi hizmet verilsin diye, diğerleri
de dürüdeki paylarına göre uygun evlere konuk edilir. Az dürü var, davul zurna
az çalar, dumba da dum dumba da dum… O akşam işte, kızevliler gelirler, ateşler
yanar, gençler rakı isterler mutlaka, oğlan tarafından rakı gelmeyecek, mümkün
değil, samanlık yanar, gider o gece samanlık, gider, tavuklar, kümesler o gece
biter, yarı çiğ yarı pişmiş yerler. Vallahi, aynen.
Ertesi
günü gelin alması, öküz arabasına kilim örtülür, bayrak dikilir. Oğlan tarafından
orta yaşlı bir adam bayrak direğini taşırdı. O direğin tepesine de bir baş
soğan sokulur. Oraya o soğanı niye koyarlar? Hep düşünürüm. Bilmez misin? Valla
benim duyduğuma göre, o soğanı oraya şunun için koyarlarmış: Gelinin acıları
cümle âlem tarafından görülsün ve oradan artık uçsun gitsin diye. Acılar
paylaşıldıkça azalır. Bayrak direğinin ucunda soğan, soğan ağlatır, ağlanır
yani. Doğrudur. Bir de bacalar kırılır. Baca sağlamsa anlamı, kız vardır o
evde. Baca kırıksa kız gitmiş, gelin gitmiştir. Toprak testi gibi çömlekten
olur bacalar, artık yok, kökten kırıldı bacalar, bu âdeti uygulayan yok.
Gelin
almasında beş unsur var, dedik: tavuk, peynir, turşu, rakı. Gelin giderken
sinide bunlar var, bir de klarnet, çalgı ekibi, davul zurna, zurna değil
klarnet. Beş metre gidilir, öküze voooo dersin, vooo, vooo … voooha… Kafile zınk diye durur. Hemen
rakılar bardaklara, içeceğiz. On metre gidilir, yine voooo. Biri kenarda tedarikçi bekler, hazır. Ne
duruyorsun, hemen git tavukları kaynat gene. O beş unsur olmadan yürüme şansı
sıfırdır gelin arabasının. Sen biraz çok içtin az içtin yok, herkes orada
içecek, içer. Bir mevzu olur, biri oyun bozar, acele eder, hadi ye çabuk,
gidiyoruz, geç kaldık, bam güm yerlerde. Hiç karışmayacaksın oynayanlara, ihale
sana kalır, kabak başına patlar sonra. Yerlere düşürülen biraz sonra gelir
oynamaya devam eder yine, kayıkçı kavgası gibidir. Gelin böyle gider yeni
evine. Ertesi gün duvak yapılır. Dolmalar, tatlılar, bilmem neler, keşke şimdi
de böyle düğün yapılsa, kalmadı kardeşim. Şimdi köylüler bile salonda, tuppa da
tuppa da tuppa, bitti. Ne öküz kaldı ne araba.
Güllü Bibi
Seyrek
hepi topu üç hane, dedelerim, dedemin dedesi, 1864’te gelmişler, Büyük Çerkez
Sürgünü’nde. Yıllardır Kefken’de Babalı köyünde bizim büyük sürgünümüzü anma
törenleri yapılır ama bu, Kandıra’da bilinmez, neden bilinmez o da bilinmez.
Kandıra’da Çerkez çok azdır aslında, deniz kenarlarından kaçmışlar, hatta balık
da yemeyenleri vardır, derler, ataları denizde boğuldu diye. Her yerde
söylenmez, Çerkezler, kadının olduğu yerde silah çekmez, kavga etmez, Çerkez
kızının gözü hep yerde olur, oynarken bile. Çerkezleri övmek değil amacım,
bunları söylerken diğer kavimleri aşağılamıyorum, yanlış anlaşılmasın, Türk,
Kürt, Laz, Manav, Çerkez hepimiz Türk bayrağı altında yaşıyoruz.
Babaannem,
Çubuklu’dan Gürcü Memiş Ağa’nın kızı, dedemin
beşinci eşi olarak on beşinde gelin geliyor bizim eve. İki çömlek altınla
gelmiş. Gelin arabasına bindiriyorlar, seni verdik diyorlar Seyrek’e, Osman
Bey’e. Çift yaylı gelin arabası, dört at çekiyor. Kocasını belki de hiç
görmemiştir daha önce. Görme şansı var mı? Mesajlaşmışlardır hehehe… Ya ne
görmesi, akıllı telefon mu vardı o zamanlar, whatshap mı vardı, Osman Bey’e
verdik seni kızım, bitti. Dedemin yetmiş altı dönüm tek parça tarlası varmış o
yıllar, çiftlikte yetmiş hizmetkâr. Neyse, babaannemin gelin arabası, tam köye
dönerken babaannem, nereye geldik bakayım diye gelin arabasından uzatıyor
başını, hafif bir talaş varmış denizde – dalgaya talaş deriz- hani pullukla
sürersin düz bir ovayı, hafif talaşlı deniz öyle görünmüş babaannemin gözüne, zaten
korkuyor, “adam amma da çift sürmüş haaa
diyor, kadın deniz görmemiş ki ömründe, söyleyen yok, duyan yok. Hayvanların
ağılında dallı boynuzlar, bunlar da nesi? Güllü Bibi derlerdi babaanneme,
geyikleri de bizim çiftlikte görmüş ilkin. Bunları kendisinden dinledim, 1975
yazında öldü.
Sel
Avukat
Orhan Evin, bizim düz ovaya pancar ekmek istedi, 1961 yılında. O düze, buğday
ekiyoruz, ayçiçeği, mısır ekiyoruz, bazı sulak yerlerine bostan, sarımsak soğan
ekiliyor, Orhan Evin geldi, pancar ekelim, dedi, yer senden masraflar benden,
tamam, anlaştılar, kırmızı renkli ekim
makinesi geldi, amelesi, işçisi tohumu geldi. Kırmızı makineyi, atlar çekti,
öküzler çekti, traktör yok daha o zaman, ektiler. Bütün arazi pancar. Epeyi bir
zaman geçti, gür pancarlar yetişti,
göbeği masa kadar, horoz gibi pancarlar çıktı, dişli dişli.Altmış İhtilâli’nden
sonraki günlerdi, geldiler, baktılar, birkaç yerden çatallarla pancar söktüler,
söküm zamanı gelmiş dediler, haber saldılar köylere, ameleler gelsin, diye. Adamlar
gelecek, pancarlar sökülecek, kolay mı, belki bir hafta sürecek. Söküm vakti geldi, yarın sökecekler, akşamdan
bir yağmur başladı, sabaha kadar sel oldu, nasıl bir yağmur! Üç gün durmadı,
ağustostu galiba, babam bizi düze indirmedi, nasıl yağmur! Sel, sel, sel!… Gidiyor
her şey, kümesler, tavuklar, horozlar denize gidiyor. Dere kalktı yani. Afat.
Gitmez deme. Nasıl 73’te Kandıra’da Ağva yolunda, Namazgah Deresi taştı, ev
gitti, yol gitti, askerler gitti. Gitmez mi? Kümes gidiyor denize, babam
indirmiyor bizi düze, kabaklar gidiyor, üzerlerinde horozlar var üüürü üüüü…
Balık ağları yırtıldı gitti, kulübe yıkıldı, ertesi gün baktık, mahsuller
gitmiş. Akan aktı giden gitti… Günlerce denizden şey çıktı; bostandır,
kabaktır… ne varsa. Her ağustosta bu Kandıra şiddetli sel yapar, ağustosun on
beşi yaz on beşi kış sadece Kandıra’ya mahsus atasözüdür, doğru mu Hocam?
Sandalı bile dereye bağlamadı babam, ne olur ne olmaz diye, çökertme
makarasıyla incire astık sandalı, iki metre yukarı kaldırdık. Ondan sonraki gün
bir güneş açtı, pırıl pırıl. Otuz santim mil, çizmeyle basıyorsun, güp
batıyorsun dibe, bataklık, mil; mil işte, çamur. Ne bir tane pancar alabilirsin
ne bir adım atabilirsin, küllüm zarar, olduğu gibi bıraktılar tarlayı, o
makineyi bile götürmedi Orhan Bey, yıllarca düzde kaldı kırmızı ekim makinesi,
çürüdü gitti. Mil toprağı satha yayıldığı zaman esas ana toprağın havayla
temasını kesermiş, beton gibi ya, aynen, ağaçları bile kuruturmuş o mil
toprağı, hava ile teması kesilince koca ağaç canlanamazmış, kururmuş, bir ziraatçıdan
da duymuştum “mil toprağını ağaçların köklerinden kazımazsanız, ağacı bitirir”
diye, hakikaten. Demek ki korkunç bir felaket yaşamışsınız abi, o zamanlar?
Müthiş. Seyrek, Seyrek olalı…
Av
Mavzerle.
Mavzerle av? Eskiden öyle. Yorgancıda da vardı, görmüşsündür, duymuşsundur.
Dolma kapsül koyardı, kara barut, dumanlı barut. Tüfek, av tüfeği çok sonradan
çıktı. Dumansız barut çok pahalı, teneke ecza kutusu, içinde yüz kırma kapsül
var, yuvarlak, bu boyda (işaret
parmaklarını birbirine bakar biçimde
yirmi- yirmi beş santim aralıkla havada tutuyor) yine pembe renkli saçma
kutusu. Alsana göreyim para nerde? Kara barut almış, dumanlı barut, babam.
Saçma nerede? Ağ kurşunlarını kesiyorsun, ufak ufak, çok küçük, taşa
koyuyorsun, birkaç saat yuvarlıyorsun… Leblebi gibi olur onlar, öyle? Leblebi
gibi, köşeli, üçgen, ufağı, büyüğü… dolduruyoruz. Kıtık çiğner gibi çiğne
ağzında. Kıtık, kıtık. Tapa falan yok, hazır fişek yok, ne hazırı? Fişek yok. Bir
tane fişek gördüm, kırmızı renkli, MKE yazardı, tüfeğe sokarız, şişerdi,
çıkaramazdık. At, at aynı fişek, yoktu ki başka fişek. “Güüüm” Bir gün biri
uçuyor: Güm… Bir tane parça çatmış, kanadı parçalanmış, capcanlı hayvan, kuş.
Dokuz
tane oda var. Eski evi bilir misin sen bizim? Bilmem mi o ahşap evi ya! Her
odanın adı başkadır. Misafir Oda… Giremezsin o odaya, babaannem sokmaz, misafir
gelecek, oda temiz olacak, girmek ne mümkün? Çocuklara yasak? Sadece çocuklara
mı? Ailenin diğer fertleri, annem de babam da girmiyor o odaya, sadece misafir
gelince açılırdı kapısı. Oda bomboş kalır, misafire aittir. Evin efesi
babaanne? Babaanne, evet. Salonda bir
masa var, üzerinde idare, gaz lambası. Yakamazsın, misafir gelince misafire
yakılacak o. Onlar durur öyle masada, hiç yakamadım idare lambasını, ömrümde
yakamadım, orada durdu ama. Bir de uzun lamba var, her yerde yanar. Misafir
odasına iki sefer girmişliğim vardır ancak, ömrümde. Yasak. Kozmik oda gibi bir
şeymiş. Aynen. Halısı var, pirinç karyolası var, aynalı karyola, klasik oymalı.
Hamamlığı var, özel, misafir odasındaki ocağın bir tarafı yüklük, yastıkları,
yorganları koyarlar, diğer yanı hamamlık. Yer Oda, Rüzgâr Oda, Radyo Oda…
Radyo, öyle yumruk gibi şeyleri… Bataryaları
mı? Radyocu rahmetli Necati’ye vermiştik onu kayboldu gitti. Bataryası
değil canım düğmeleri. Siemens, iyi hatırlıyorum, se, i, e, mens. Böyle bir
radyo, (iki elini kucak açar gibi öne doğru açıyor radyonun enini, sonra yine ellerini ayaları
açık biçimde altlı üstlü tutarak boyunu gösteriyor) çapraz, bir tanesi otuza
otuz, on santim kalınlığında vidaları, düğmeleri var, somunla sıkarsın. Bitmedi
daha, çalışmaz radyo, aç hele. Fincan, porselen fincanları bağlıyorsun
bahçedeki dut ağacından eve, Radyo Oda’ya, iki fincan arası elli metre hat
çekiyorsun. Anten? Evet bildin, anten. Tel, özel tel. Çalışmadı, çalışmadı.
Toprak hattı var daha, suya, aşağıya, toprağa gömeceksin teli, ancak çalışır.
Rahmetli Hurşit Ağabey gelirdi, “Nerden geldim Köln’e, Yüksel Özkasap dinlerdi,
Robert Straus, Alkadraz Kuşçusu… Altmışlarda en büyük eğlencemiz radyo
dinlemekti. Yüksel Özkasaplar, Şükran Aylar, Ahmet Sezgin, Nuri Sesigüzeller
neler neler… Ne radyosuydu? Efendim Siemens. Kanal, kanal? Ne bileyim kardeşim,
sorudan hoşnut olmadığını çok açık belli eden jest ve mimiklerle: FM dört(!),
TRT’den başka kanal mı vardı o zamanlar, İstanbul Radyosu’ydu herhalde.
Köln radyosu, Almanya’nın Sesi radyosu? Yok canım bizim radyo, İstanbul’u zor
çekiyor, Almanya’yı nasıl çekecek? Batarya bittiği zaman ne yapardık? Babam
gider doldurtur muydu acaba? Ama vidalıydı, somunluydu.
Somun
sözcüğü yine başka bir yer ve zamanda geçen bir olayı anımsatıyor, laf lafı
açıyor. Sanat Enstitüsü’ne başladığım zaman, 65-66 Meslek Teknolojileri
öğretmeni, “Saplamayı neyle sıkarız?” dedi. 60 kişilik sınıf, tık yok kimsede,
saplamayı duymamış ki kimse. “ Kontr somunla hocam.” “ Nereden biliyorsun len
sen nerelisin bakayım?” “Kandıralıyım hocam.” Öyle yürüdü muhabbet.
Denize gidiyorum, balığa. Albin makine almış babam… - Biraz oradan biraz buradan potpori yapmaya çalışıyorum artık siz anlayın, bağlayın.- Çalıştırıp motoru açılıyorum denize. Kışla köylerinde sandal var ama motor yok. Haydi dan dan dan dan (motor efekti)… Albin motorda Sen marka manyeto vardır, yedi buçuk beygir, kolla çevirirsin, suda çalışır, yalak yaptırdı babam, bizde çalışıp da o yalakta elleri parçalanmayan köylü yoktur. Gidiyorum Kışla’ya, onları, Kışla köylüleri takıyoruz peşimize, haydi hop denize yatmaya, palamuta. Sabaha doğru topluyoruz balığı yine dan dan dan dan, dönüyoruz. “Baba bunları, (Kışla köylüleri) ne getiriyoruz, balık vermiyorlar, çeksinler küreklerini… “Olsun oğlum” derdi babam, en merhametli sesiyle. Aleko, Taksim’de bir Aleko Usta vardı Ermeni, manyetoyu ona götürürdü babam tamire. “ Bilmem nerede, kâğıtçının yanında” derdi. Pervaneci de Perşembepazarı’nda Rum Artaki idi. Sarı kanatlı pervaneler yapardı, üç kanatlı mı, iki kanatlı mı? Üç kanatlı. Abi evin odaları? Radyo Oda’da kalmıştık. Yok, Radyo Oda’dan buralara geldik. Güney Oda, Dut Oda, Çalköy Oda. Mutfak büyük, iki tane mutfak var evde. İki tane girişi var evin, merdivenlerden çıkıyorsun. Altta ahırlar, kilerler… Mısırdır, buğdaydır… En çok kızan arpadır, mısır acır. Değirmene Bollu’ya götürürdü babam mahsülü. Değirmene götürmeden önce çeşmeye. Çeşmede koca bir gün ıslatırsın, sonra kilimlere sararsın, pala kilim, biz dokuyoruz, öyle yok samur mamur, halı malı, Sibel Can’ın reklamını yaptığı ne halıydı o? Saray maray yok o zaman. Pala kilimleri evde düzende dokuyor, analarımız, bacılarımız. Pala ne? Eskimiş demek pala, eski kilimlerin iplerini de kullanırsın yenisini dokurken. Kıtır, kıtır, kıtır, eski kilimlerin iplerini sökerdim, dumanını çıkarırdım. Ondan sonra değirmene gidilecek, gelinecek. Mısır fazla götürmezdi, iki teneke götürürdü, “mısır acır oğlum” derdi, mahzun sesiyle babam. Pasta yapardık mısır unundan, biraz da ekmek hamurunun içine katardık lezzet versin diye, beyaz unun içine. Babaannem Gürcü ya rahmetli, sade mısır unundan kırtıl yapardı. Kaçamak dedikleri şey? Kaçamak çok farklı bir şey. Kırtıl, sapsarı olur, Kırtıl işte. Yağla peynir mi atıyorsun içine? Çali, Kçali derler Gürcüce, Lazca, peksimet gibi bir şey, bildiğin ekmek, mısır ekmeği. Tavada mı yapıyorlar? Tava gibi bir şeyle konur fırına. Fırın on beş günde bir yakılır ekmek yapılırdı. Başkası mümkün mü? Çarşıdan ekmek alma şansın mı var, çarşıyı bilen kim? Odunlar hazırlanır, fırını tutuşturmak için çalı çırpı toplanır, fırının içi ıslak bezle süpürülür, fırın yakılır, önce pideler atılır, boş pideler, mancarlı pideler… Boş pideleri çıkarırsın fırından önce, içine doldurursun yoğurdu, sıcacık pideye soğuk yoğurt, bir ısırırsın üstünden başından akar. Tabağa koyamazsın tabi, tabak mı var, tabak nerede? Hepsi bu, bir de peksimet. Babaanneme her fırın yakılışında ısrar ederdim, mancarlı pideyi fırına illa ben atayım diye, heves ederdim. O zaman, araba tekerinin göbeğini bile kendimiz yapardık. Epsit? Yok, göbek, epsit tekerin çevresindeki demire denir, kütüğü yani göbeği, ortası. Bollu köyünde bilmem ne Usta vardı, ağaç tornası vardı, ona çektirirdik, göbeği. Kütüğü Bollu’daki usta yapardı. Yarım ay gibi olanlar epsittir, araya konan dikine çubuklar ayak, göbek de kütük.Bir küreğimiz vardı, kalın, yamuk yumuk “Ya baba” derdim “Şöyle güzel kürek yapsana fırına ekmeği rahat rahat koyalım” Ben süreceğim ya pideleri… Mayalı hamuru tabi ki koyamadım fırına, bir denedim altını üstüne getirdim, bir kavga orada, annem kovalar beni. Kızılcık turşusunu çok güzel yapardı annem. Sabahın beşinde kalkarsın gem yolmaya. Gem nedir? O, hayvanlara vurulan gem değil. Demet bağlamaya denir, gem. Kemer diyeyim ben sana. Erkenden, çiğde yolacaksın gemi. Ters yapıp birbirine geçireceksin, keten burması gibi. İstif edeceksin kapalı bir yere. Deste deste yaptın mı, desteleri gemlerken viijjiiyt yılan dökülürdü içinden ben kaçardım, anneeee. Evet. Demetleri arabaya yüklersin doğru harmana, sonra yığın yaparsın. Üç çeşit burgu vardır: Dingilbaş burgusu, dingili başa delersin, gergi burgusu, bilek burgusu. Dingilbaş sekiz bin milimetre, sergi on beş bin, bilek otuz bin milimetre. Serenleri kavale ile delersin garç garç garç … Dingilbaş da küçük olacak. Oraya çivi çakacaksın ki teker çıkmasın, fırlamasın, bir tane de pul koyacaksın.
Denize gidiyorum, balığa. Albin makine almış babam… - Biraz oradan biraz buradan potpori yapmaya çalışıyorum artık siz anlayın, bağlayın.- Çalıştırıp motoru açılıyorum denize. Kışla köylerinde sandal var ama motor yok. Haydi dan dan dan dan (motor efekti)… Albin motorda Sen marka manyeto vardır, yedi buçuk beygir, kolla çevirirsin, suda çalışır, yalak yaptırdı babam, bizde çalışıp da o yalakta elleri parçalanmayan köylü yoktur. Gidiyorum Kışla’ya, onları, Kışla köylüleri takıyoruz peşimize, haydi hop denize yatmaya, palamuta. Sabaha doğru topluyoruz balığı yine dan dan dan dan, dönüyoruz. “Baba bunları, (Kışla köylüleri) ne getiriyoruz, balık vermiyorlar, çeksinler küreklerini… “Olsun oğlum” derdi babam, en merhametli sesiyle. Aleko, Taksim’de bir Aleko Usta vardı Ermeni, manyetoyu ona götürürdü babam tamire. “ Bilmem nerede, kâğıtçının yanında” derdi. Pervaneci de Perşembepazarı’nda Rum Artaki idi. Sarı kanatlı pervaneler yapardı, üç kanatlı mı, iki kanatlı mı? Üç kanatlı. Abi evin odaları? Radyo Oda’da kalmıştık. Yok, Radyo Oda’dan buralara geldik. Güney Oda, Dut Oda, Çalköy Oda. Mutfak büyük, iki tane mutfak var evde. İki tane girişi var evin, merdivenlerden çıkıyorsun. Altta ahırlar, kilerler… Mısırdır, buğdaydır… En çok kızan arpadır, mısır acır. Değirmene Bollu’ya götürürdü babam mahsülü. Değirmene götürmeden önce çeşmeye. Çeşmede koca bir gün ıslatırsın, sonra kilimlere sararsın, pala kilim, biz dokuyoruz, öyle yok samur mamur, halı malı, Sibel Can’ın reklamını yaptığı ne halıydı o? Saray maray yok o zaman. Pala kilimleri evde düzende dokuyor, analarımız, bacılarımız. Pala ne? Eskimiş demek pala, eski kilimlerin iplerini de kullanırsın yenisini dokurken. Kıtır, kıtır, kıtır, eski kilimlerin iplerini sökerdim, dumanını çıkarırdım. Ondan sonra değirmene gidilecek, gelinecek. Mısır fazla götürmezdi, iki teneke götürürdü, “mısır acır oğlum” derdi, mahzun sesiyle babam. Pasta yapardık mısır unundan, biraz da ekmek hamurunun içine katardık lezzet versin diye, beyaz unun içine. Babaannem Gürcü ya rahmetli, sade mısır unundan kırtıl yapardı. Kaçamak dedikleri şey? Kaçamak çok farklı bir şey. Kırtıl, sapsarı olur, Kırtıl işte. Yağla peynir mi atıyorsun içine? Çali, Kçali derler Gürcüce, Lazca, peksimet gibi bir şey, bildiğin ekmek, mısır ekmeği. Tavada mı yapıyorlar? Tava gibi bir şeyle konur fırına. Fırın on beş günde bir yakılır ekmek yapılırdı. Başkası mümkün mü? Çarşıdan ekmek alma şansın mı var, çarşıyı bilen kim? Odunlar hazırlanır, fırını tutuşturmak için çalı çırpı toplanır, fırının içi ıslak bezle süpürülür, fırın yakılır, önce pideler atılır, boş pideler, mancarlı pideler… Boş pideleri çıkarırsın fırından önce, içine doldurursun yoğurdu, sıcacık pideye soğuk yoğurt, bir ısırırsın üstünden başından akar. Tabağa koyamazsın tabi, tabak mı var, tabak nerede? Hepsi bu, bir de peksimet. Babaanneme her fırın yakılışında ısrar ederdim, mancarlı pideyi fırına illa ben atayım diye, heves ederdim. O zaman, araba tekerinin göbeğini bile kendimiz yapardık. Epsit? Yok, göbek, epsit tekerin çevresindeki demire denir, kütüğü yani göbeği, ortası. Bollu köyünde bilmem ne Usta vardı, ağaç tornası vardı, ona çektirirdik, göbeği. Kütüğü Bollu’daki usta yapardı. Yarım ay gibi olanlar epsittir, araya konan dikine çubuklar ayak, göbek de kütük.Bir küreğimiz vardı, kalın, yamuk yumuk “Ya baba” derdim “Şöyle güzel kürek yapsana fırına ekmeği rahat rahat koyalım” Ben süreceğim ya pideleri… Mayalı hamuru tabi ki koyamadım fırına, bir denedim altını üstüne getirdim, bir kavga orada, annem kovalar beni. Kızılcık turşusunu çok güzel yapardı annem. Sabahın beşinde kalkarsın gem yolmaya. Gem nedir? O, hayvanlara vurulan gem değil. Demet bağlamaya denir, gem. Kemer diyeyim ben sana. Erkenden, çiğde yolacaksın gemi. Ters yapıp birbirine geçireceksin, keten burması gibi. İstif edeceksin kapalı bir yere. Deste deste yaptın mı, desteleri gemlerken viijjiiyt yılan dökülürdü içinden ben kaçardım, anneeee. Evet. Demetleri arabaya yüklersin doğru harmana, sonra yığın yaparsın. Üç çeşit burgu vardır: Dingilbaş burgusu, dingili başa delersin, gergi burgusu, bilek burgusu. Dingilbaş sekiz bin milimetre, sergi on beş bin, bilek otuz bin milimetre. Serenleri kavale ile delersin garç garç garç … Dingilbaş da küçük olacak. Oraya çivi çakacaksın ki teker çıkmasın, fırlamasın, bir tane de pul koyacaksın.
Harmanı
saçtık, yığı ile önce yuğladık, çalı ile sürgü yaptık, su döktük, kazanla
dolaşırsın harmanı ıslatırsın, toprağı sertleştirmek için, buğday taneleri
batmasın diye yığı ile dolaşırsın, samanı ince atarsın, olur beton. Sabah kalkarsın,
elli altmış demet saçtın mı harmana haydi oğlum başlıyoruz dönmeye düvenle,
hayvanın tersine kürek tutarsın harmana şey yapmasın diye. Köylü her şeyi kendi
yapıyor, ya ne eziyetti bu değil mi? Balığı tut, ekini ek, arabanı yap,
epsitini, kütüğünü, her şeyini, hamuru, fırını, bilmem nesi nesi. Evet, üç şey
alınır çarşıdan, yağ, tuz, gaz. Üçüncü aktarımdan sonra annem getirir harmana
umaç çorbası, yanında kızılcık turşusu veya domates turşusu, yeşil. Yemek memek
bu. Bir ay harman döversin, bir ay. Akşamüzeri tınaz atmaya gelir sıra,
topluyorsun boydan boya, rüzgar yoksa kaldı her şey kaldı ertesi güne kaldı,
tınaz için rüzgar şart. Saman altı kayır, kesik olur, bazıları başak kalır,
bütün harman bitince kesik yapılır, yığı ile dolaşılır ki taneler kalmasın, ziyan
olmasın. Her harmanın yanında samanlık vardır, hemen yanında. Sonra samanı
sıyıracaksın, sıyırgılarla, şöyle üçgen, bildiğin eşkenar üçgen, arkasına bir
tahta çakılı. Şimdi düşünüyorum da o sıyırgının üzerinde ne kadar kalır ki
saman, niye yanlarını kapatmazdık ki niye babamlar, dedemler düşünememiş bunu,
hayret? Sıyırıyorsun samanı for for for,
yanlardan yarısı samanlığa dökülüyor, yine geliyorsun, döktüğünü yeniden sıyır,
yine dökülür… On beş santimlik bir tahta çaksan sıyırgının yan tarafına daha
çok tane toplarsın yani. Sıyır. O sopanın boyu ne kadar? Yedi sekiz metre. Yarışırdık, sıyırgıyla samanı samanlığa
atmak için. Niye? Hemen denize kaçmak için. Abim sıyırırken sıyırgısına
takılırım, sıyırgısı boşalır harman içine, fark ederse benim yaptığımı kaçarım o
kovalar. Hayda, hemen denize, denize ağ at, balık tut, sabah yine aynı hengâme.
Tabii ki harman bir sene sürüyor değil ama bir ay harman döverdik. (Rüştü abi
araya girip Seyrek’teki Gümrük’e getirmek istiyor lafı, kafasında müzik var;
Kamuran ve Gönül Akkor’u anlatsın istiyor. “Sizin Seyrek’te, limanda hani Gümrük
vardı, onu biliyor musun? “ Hayır" diyor, kısa ve net. “Veya babanın
anlattıklarından aklında kalan? Seyrekli’nin aklı nerede? Ailesinin köklerinde.
“Babam, 2001’de vefat etti, 15 sene olmuş. Babasını bilmezdi, dedem öldüğünde
bir yaşındaymış. Yıllarca benim kulağımda yer yaptı şu sözleri: “Baba toprağına
gidemedim, Batum’a gidemedim." 2000’de ekspertiz olarak bir iş gezisi yaptım
Batum’a, Soci’yi falan da gezdim. Oradan
ne getirdim biliyor musun? Herkes ne getirir gittiği yerden? Yiyecek,
giyecek, çorap, kazak, kahve, viski, bilmem ne! Ben bir torba toprak getirdim,
bir de Çerkez kaması. Dümdüzdür Çerkez kaması, Çerkez karakterini temsil eder,
kalleşlik yoktur, Çerkez de, kaması gibi dümdüzdür. Kıvrık kılıç, kıvrık kama
göremezsin, hepsi düzdür. On beş gün kaldım Kafkasya’da, Hacı Şah Ali Oğulları
bizim kavmimizin adı. Toprağı gümrükte üç saat incelemeye aldılar. “Beyefendi
bu toprağı ne yapacaksın? “Sen bilmezsin." Gümrük’te o kadar mücadele ettim, el
koyacaklardı neredeyse, şüphelendiler, içinde bir şey mi geçiriyorum diye.
Kuru mu beyaz mı toz mu? Bir yönden haklı adamlar, işlerini yapıyorlar.
Eve getirdim, “Baba, atalarımızın toprağı” dedim, kokladı da günlerce ağladı.
Barut
mevzuu yarım kaldı. Karabarut ıslandı. Evde, her evde, ocağın yanında, raflarda
kandiller durur, söner kandil, yanmaz, gazı biter çünkü, -L gibi küpeştesi-
ateşe tutarsın yanar, kibrit çakmaya gerek yok ve her ocağın önünde pösteki
serilidir, bizim pösteki beyaz, böyle (ne kadar büyük olduğunu göstermek için
iki elini yandan yukarı kavis yaparak
açıyor) baba pösteki, büyük. Ocakta baba bir meşe kütüğü yanıyor. Barut
ıslanmış, babam “gazete getir” dedi, üstüne serip kurutacak, gazete ne gezer evde,
benzer bir şeyler bulduk yaydık ocağın önüne, pöstekinin üstüne. Çok zaman
geçmedi, bir yalım oldu. “Baba” dedim. Patlar kestane, çok patlar. Kestane,
ocakta kolay kolay yakılmaz. “Barut yanar baba” dedim, “sus, len” dedi,
babannem de orada, elinde yünler, ne yapıyorsa. Ateşle barut yan yana olmaz
derler. Çalıştığım işyerinde kocaman harflerle, bir metre boyunda on metre yazı
: Hiçbir tedbiri şansa bırakma! Yirmi yıl okudum onu. Tek kişi çalışmazsın
rafineride, yanında mutlaka bir kişi daha olacak, düştün, yalnızsın ne
olacak? Bitti, kimsenin haberi de olmaz
düştüğünden, onun için yanında biri olacak, standardı budur işin. Neyse işte
takara makara anlatıyoruz. Yarın çulluk tutacağız, çulluklar anlatmakla bitmez.
Barut? Barut bitti mi? Yok bitmedi, anlatacağım onu. Bütün çullukları kedi
yiyordu, adi kedi. Vuracaktım, vuramadım, içimde ukde kaldı. Abiciğim,
aşağıdaki Adnanlar, Sefalar, fişek alırlardı parayla, benim tüfekle atmaya
gelirlerdi. Yok kimsede tüfek müfek… Hadi ver tüfeği, vereceğim ne olacak? Pof
diye atacaklar o kadar. Kedi çulluğu yerken tüfek komşu çocuklarında, emanet.
Sen oradan, ocaktan kestane bir patla! Kestane ocakta yakılmaz, çünkü patlar,
kestane odunu patır patır patlar. Ocağa dayamışız meğer kestane sırığını. Bir
kıvılcım ateşten, pıt diye atlar, göremezsin, görmedik. “Baba” dediydim,
“şuraya koyalım kestaneyi, ocaktan biraz uzağa” “sus lan” dediydi bana. Odun
ocakta yanarken pır pır ses çıkarırsa rüzgar çıkar. Böyle özel meteorolojik bilgiler de verir ocak
yanarken, gür gür ses yaparsa dumanlar, bil ki fırtına çıkacak, yağmur yağacak.
Deniz de seren gibi oldu mu “ağları topla, fırtına var” derdi babam. Novigasyon
yok, gogul yok, yaşayıp öğreneceksin. Orada, ocakta bir fosurdadı ortalık,
kestaneden pöstekiye, baruta atladı kıvılcım. Altı metrekare var mı, barutun
yayıldığı yer? Yok yirmi beş metrekare? Ne yaptın abi, nerede o kadar barut,
kimde var, o zamanlar? Şöyle yarım metre tutmaz, pöstekiye kağıt serdik ya. İkiye
üç halı mı alıyorsun, Allah Allah! Yani gür diye patlayınca? Patlar mı barut,
alev aldı, foşuroşuğoşurğfoşfos, alev malev hepsi bitti. Biz yanacağız diye
korktum ben, pösteki yandı, beyaz pösteki gitti, minder yandı. Ocak başında
oturmak keyiflidir, minderi koyacaksın altına, oturacak başka bir şey yok,
sandalye diye bir şey yok. Sedir, sedir? Sedir uzak gelir, üşürsün. Ev yanmadı
yani? Yanar mı ya biz oradayken. Ne barut kaldı ne pösteki, küllüm zarar. Barut
öyküsünü bitirdik, belki de hafızasından yeni bir öykü çağırmak için Seyrekli
derin bir nefes aldı, anlatacağı çok yaşam öyküsü olduğunu ancak sıkılmayalım
diye kısa kısa anekdotlarla geçiştirdiğini söyledi. Böylesi daha iyi.
Tuzlu Muşamba
Defineci
Gürcüler gelirler ikide bir, babamı define aramaya götürmek için, annem
korkardı o adamlardan, babamın define aramaya gitmesini istemezdi, geri
dönmeyecek sanırdı, belki. Çünkü define avcılarının yola ne zaman çıktıkları
bilinir de eve ne zaman dönecekleri bilinmez.
“Yenge gelür, gelür, gelürüz”
derlerdi, çabuk geri döneriz anlamında. Gelirler, annemi yine kandırırlar,
babamı alır götürürlerdi. Para bastonu vardı babamda, demir, oluklu ucu kıvrık,
sivri, inşaat demiri gibi. Sokarlar toprağa, dinlerler. Aha, küp burada! Nah
burada, affedersiniz. Ben bir gün aldım bu para bastonunu odadan, çocukluk
işte, çıktım dışarı, bayır aşağı başladım koşmaya, nereye koşuyorsam. Kıvrık
yeri bir taşa takıldı para bastonunun, bir
kapaklandım yere, sivri ucu, karnıma girdi, göbeğime. Yerden hemen kalktım
kalkmasına ama dondum kaldım, heykel gibi hareketsiz. Çok korktum, kan nasıl fışkırıyor karnımdan,
hüüvf, öleceğim sandım. Eve yakındım Allah’tan. Merdivenin altında, mutfağın
yanında, kilerde, kara kovanlarımız vardı, iki metre boyunda tahtadan kara
kovan, kovanların arasından ufak bir geçiş yeri bırakılırdı. Şimdi, peteğe
balmumu koyuyorlar, mumu yediriyorlar bal diye. Arı yapacak onu arı! O arı
kovanlarımızı gördüm, gözlerim karardı, kendimden geçmişim. Babaannem gördü
beni, o halde. “Babaane!”dedim, bayılmışım, gerisini hatırlamıyorum. Hastaneye
götüremezler, neyle götürecekler? Taksi yok, traktör yok, öküz arabasıyla yolda
ölürsün, hadi sağ gittin diyelim, doktor
yok. Tuzlu muşamba saklarlardı evlerde. Deriyi tuzlarlar, canlı durur o her
zaman hazır durur, steril bir bez gibi. Ne derisi? Hayvan derisi, küçük baş
hayvan. Kesiklere iyi gelir. Kesik yere tuzlu muşamba sararlar ya da ekmek
çiğnerler kesiğe basarlar.Sormuk derler ona da. Sormuk? Bebeğe verirler,
şekerli ekmek. Şekerli suyla ıslarsın ekmeği, çocuğun ağzına koyarsın. Aynı
meme gibi, emzik yerine kullanılır, ona sormuk denir. Neyse, tuzlu muşamba
sarmışlar karnıma, iyileştim. Bana battı diye o demiri dereye attık, ceza
verdik demire, babam, abim ve ben
törenle dereye attık. Köprüden at oğlum dedi babam, attım, gidiş o gidiş. İnanca
bak ya! Ördek yalaklarını bilirsin, köpek yalaklarını. Küçük bir nacağım vardı.
Çakal diyemezdim, takalları keseceğim, dermişim. Köpekler yesin diye, yalağa
yal koyuyorlar, kız kardeşim de yalak boşken içine çalı çırpı koyuyor oyun
yapıyor kendine. O koyuyor ben çekiyorum, evin önünde kardeşim koyuyor çalıları
yalağa ben nacakla çalılara vurup çekiyorum, bir vurdum böyle ansızın kız
kardeşimin serçe parmağı ile yüzük parmağının birleştiği yere denk geldi. Hemen
yine tuzlu muşamba yetişti imdadımıza. Halen iki parmağı bitişik gibidir. O
zaman demişti ki babam “İleride, kardeşine bir yüzük alacaksın, borçlusun.”
Hâlâ söyler durur “Abi bana yüzük alacaktın, almadın.” Takalları (çakalları) kesecekken güya,
kardeşimizin elini kestik.
Arış
Her şeyi
kendimiz yapıyoruz ya arış yapardı babam, öküz arabasının arışı, oku, üç – dört
metre uzunluğunda olur, karaağaçtan
yapılır, karaağaç en az aşınan ağaçtır, serttir. Kabuğunu soyar, hayvan gübresiyle
sıvar, ateşe tutar. Niçin? Düzgün çizgi çekebilmek için, keserken kayar yoksa
testere. Çırpı ipine kiremit tozu sürer, ipi çekip bırakırsın, çizginin
üzerinden kesersin. Avlu örerken, tokat yaparken de bu sistem. O çırpı ipini,
bir başa bağlıyorsun, çekiyorsun ve bırakıyorsun, tıp, kalıp gibi iz yapar,
işaret belli, düzgün kesersin. Çivi yok, her şey doğadan ve doğal. Testereyi
hep babam kullanır, tırt tırt tırt tırt, ara sıra talaşını temizler, “hiç acele
etme oğlum” derdi keserken, ben telaşlı hareket ederdim, yorulurdum, bırakırdım.
Ara sıra dururdu keserken, meğer nefesini ayarlarmış, biraz sonra yeniden
dolacak talaş altına, işin ince yanı, talaşı temizlerken dinleniyor, on, onbeş
saniye olsa bile. Bir tane testeremiz var her işte onu kullanıyoruz. Şimdi kıl
testeresi ayrı, dekopajı ayrı… Babam kayboldu bir ara, helaya gitmiş olmalı,
testere beni çekti, heves ettim, keserim mi, keserim , bir giriştim kesmeye,
keserken keserken testere bir yan gitmeye başlamasın mı, kaçtı çizgiden,
düzeltirim ben bunu düzeltirim(!) kenara kaldı bir buçuk santim, ağaç koptu
kopacak, babam geldi gelecek, ben ormana kaçtım. Fellik fellik beni arıyormuş,
ağaç gitti tabi. Eve dönünce bir iki
tokat attı bana. Sen güya babana yardım edeceksin, sekiz yaşında çocuk, iyilik
yapacak! Ne iyiliği, meraklı velet.
1 Mart
1958, gemi battı Körfez’de, Üsküdar gemisi, beş yüz kişi boğuldu, çoğu öğrenci.
Aynı gündü, o nedenle aklımdadır daima. Fırın yakılmış o gün, annem ekmek
yapacak. Evimizin fırına bakan kuzey duvarındaki tahtalar çürümüş biraz, babam
da o çürük dökük tahtaları taflan dalları ile kapattı, taflan çalılarını duvara
dizdi. Ben de elimde bir sopa, ateşle oynuyorum, eşeliyorum, tutuşturuyorum,
söndürüyorum falan. Ateşle oynama diye boşuna dememişler. Hatta, oynama
işersin, derler, onun anlamı, bir şey yaparsın, zarar verirsin demektir,
verdim. Taflan, defne, patır patır yanar, barut gibi yanar ıslak
taflan yaprağı, babam çakardı yaş yapraklara çakmağı, payır payır yanardı. Bir
tek taflan yanar böyle, dokusunda var, çok da güzel kokar. Oynarken oynarken
ucu esili, ateşli sopayı taflan yapraklarına değdirmeyeyim mi. Rüştü, bir bora
geldi o ara var ya alamet, felaket, yer
yerinden oynadı. Beni yapıştıracak yere.
Birkaç gün sonra dediler ki işte o bora batırmış Körfez’de gemiyi. Bir tutuştu
taflanlar, ev yanacak. Kovalarla, kazanlarla bilmem nelerle söndürmeye
çalıştık, en sonunda babam, çalıları duvardan ayırdı da evimizi kurtardı. On
dakika sonra geçti o rüzgâr.
Pipo içerdi
babam. Çakıl çekerdik, Maliye’ye rüsum yatırırdık, yedi yüz elli lira. Beş
kuruştu kumun tenekesi, 35 kuruş da çakılın tenekesi. Çakıl çekiyoruz denizden
kürekle, sandalla. Yirmi beş liraya, yirmi santim genişliğinde, beş santim
kalınlığında, dört metre boyunda kalas aldık, sandal batarsa tedbir olsun,
diye. Yelken hastasıydı aynı zamanda rahmetli. Çakılı aldığımız mağaradan
dönerken illa yelken açardı, sandal pışır pışır kayardı. Ben de kıç tarafında
otururdum ama çakıl taşlarından rahat oturamıyorum. Başladım altımdaki
çakılları denize atmaya, durgun suya atıyorum, halka çoğaltıyorum. Meğer çakılların
arasına koymuş babam piposunu haberim yok. Attıktan sonra havadayken fark ettim
pipoyu, gitti pipo denize cup. Şimdi, söylesem, döver, söylemesem… Sessizlik
uzun sürmedi, dümenden ayrılmadan “pipoyu versene oğlum” dedi, yok mok dedim,
abime de sus diye işaret ediyorum bir yandan. O da sussa ya! “Attın ya, attın
ya” demez mi, gammazlamaz mı! Eyyy,
öldürecek beni. Denize atacak hali yok ya! Evde dolu, on tane piposu daha var
ama o anda yok, her şey var, tütünü var ama içemedi. Kızmak ne kelime, köpürdü,
köpürdü.
Annem
bize elbise alır pazardan, Kandıra’dan, çolaki, şort gibi, kısa pantolon. Her
Çarşamba atla Kandıra’ya pazara giderler, Seyrek – Kandıra kaç kilometre ki
zaten. Bir araba kum götürmüş Kandıra’ya babam bir keresinde karşılığında saat
almış, Küpeli Vacit’ten. Para yok, parayı bilen yok, hesap var. Nasıl bir saatti o? Kurmalı masa saati.
Köylünün elinde ne varsa getiriyor pazara, pazardan, çarşıdan ne lazımsa alıyor
kendine. Ayçiçeği veriyoruz, esnafa,
tuz, gaz – başka bir şey alınmaz- bir de şeker alıyoruz. Kum sattık
yıllarca. Veysel’in babası Ali Rıza gelirdi,kum çekmeye, İfo’su vardı taka tuka
taka tuka, burada çalışsın Ahmatlı’da duyardın. Bir gece sırtımda tüfek, kumu
bekliyorum, sotaya yattım, taka tuka taka tuka, kuma geldi, yanaştı, farları
sönük, yükledi tenekeleri. Çıktım önüne tık tık tık saydıydım o yüklerken
zaten, çarptım, tenekesi beş kuruştan. “Rıza abi hayrola dedim ya, arıza mı
yaptı İfo?” “ Ya sorma farları yanmıyor” dedi, titrek bir sesle. Kum çalacaktı
benden çalabilirse. Parayı verdi, döndü köşeyi, farları yaktı gitti. Hani
bozuktu, hahahaha çalacaktı sözde. Bir dombay arabası yirmi teneke alır, bir
lira tutar. Kum satarken biz para görmeye başladık. Gelirlerdi köye dünya
memleket, meci yaptırırdı babaannem. Meci ne abi? Meci, yardımlaşma, imece. İki
eliyle büyük kulaç yaparak, bu kadar tabansıra, tabak yok ki – tabansıra, büyük
karavana – ayran yapar, yanında bulgur pilavı, soğan, ekmek, başka bir şey yok,
meciye gelenlere. Hindi yavrularını bilirsiniz, kel derler. Geldi bir kel,
ayrana bir bastı. Geçti. Herkes dondu, durdu. Babaannem Osmanlı kadını bilmez
mi işi: “teh kör olası” dedi, aldı kaşığı, o kelin bastığı yere daldırdı, tıp
attı. İlk kaşığı da kendi ağzına götürdü ama. Ne yapacaksın? Yiyeceksin,
içeceksin. Kel bastı diye yemezsen, içmezsen aç kalırsın, geberirsin, iş
yapacaksın, hadi yemesene! Ayranı kaşıkla mı bardak yok mu? Bardak mı, o ne? Bardak
icat olmadıydı, maşrapa var bakır, on kişi su içer ondan. Kaşığını da sen kendin getireceksin, herkese
yetecek kaşık nerede? Tahta kaşığını koyarsın kuşağına, meciye öyle gelirsin.
O zaman
şimdi marketlerdeki didolar, çikolatalar yok, Çarşamba günleri babam
Kandıra’dan bir külah akide şekeri getirirdi, cam gibi olurdu takır takır. Bir
külahın içinde sekiz tane şeker var, dört kardeşiz, babam kendi verir
çocuklarına ikişer adet şekeri. Birini ben hemen yiyorum, tadını özlemişim,
diğerini kabak yapraklarına sarardım, samanlığa giderdim, gebrilin arasına
saklardım. Arkama da dönüp bakardım, abim sakladığım yeri gördü mü diye. Onu
salı günü yiyeceğim, bir gün sonra yenisi gelene kadar tadı ağzımda kalsın
diye. Gılin gılin yapacaksın? O nedir? Kardeşlerin yiyip bitirecek, bir sende
şeker kalacak, sen yerken onlar bakacak, ağızlarının suyu akacak. Yok o amaçla
değil maksat ağzımda akide şekerinin tadı kalsın, her çarşamba gelir nasılsa.
Banko. Gebril? Çatıyı tutan aykırı sırıklar, kiremitleri taşıyan tahtalar, aşık
da derler, onların arasına saklardım. Ara sıra kaybolduğu olur muydu? Olmazdı,
on dakikadan fazla oyalardım abimi, uzaklaştırırdım olay mahallinden, koca
samanlıkta nereden bulacak, 20 metre uzunluğunda samanlık, oda değil ki,
çayırlar, otlar, düvenler, neler konur oraya neler. Demek sen şimdiki formunu,
küçük yaşta yediğin akide şekerine borçlusun, bildim bileli böyle fit
görünürsün. Altmış altı yaşımdayım,
yaşantıma dikkat ederim, sigara, alkol yok, ayda yılda bir sohbet muhabbet
olacak da bir duble rakı, ortama uymak için. Akranlarım yolda zor yürür,
bozmadım kendimi, her yıl Avrasya Maratonun’na katılırım, bu gün gidemedim,
size söz verdiğim için. İnci Yaman korosunda solistim. Ya, pazartesi akşamları
bizim çalışmalara da gel, Kefken Yolu’nda eski Postane binasında… Gelirim
belki, kimle çalışıyorsunuz? Aysel Hoca’yla. Vay vay vay, yapma ya, gelirim,
gelirim. Klarnette Şefik, ritmde Nurettin, çalışırken iki saz yetiyor ama
konserde kadroyu tamamlıyoruz. Şeye takıldım: kardeşinin parmaklarına nacakla vurmuştun
ya, tedavi için Kandıra’ya götürdüler mi? Ne Kandıra’sı ya, benim karnıma demir
battı da Kandıra’ya mı götürdüler? Bir parmak için Kandıra! Tuzlu muşamba.
Sardılar muşambayı, bitti. Çok ağır hastaları belki götürürlerdi hastaneye,
öküz arabasıyla, artık iki saatte mi olur, yolda ölür mü kalır mı hasta, beş
kilometre, yürüyerek bir saat. Askerden teskere alıp köye dönerken anneme,
kızına kırmızı patik getirmiş. Birkaç gün sonra Kandıra’ya yürüyerek giderken
Burhanlı’da Tepedeğ mevkiinde arkadaşları yoldan çeviriyorlar, dedemi, mevsim
yaz, hava güzel, denize yüzmeye gidiyorlar, Seyrek’te boğuluyor. Vade doldu mu
ecel insanı nasıl çekiyor. Sonra, anneannemi, dedemin kardeşiyle, Gebeş Şaban
ile evlendiriyorlar. Sonra ne aldıysa hep kırmızısını alırdı, annem. Elbisesi kırmızı,
mushafı kırmızı, perdesi kırmızı, çantası kırmızı, ayakkabısı kırmızı, arabası kırmızı… Bayılırdı
kırmızıya.
Bizim
dükkânımız vardı, burada, Kandıra’da, Nasip Bakkaliyesi Hasip Güler. Çarşıda,
Tüpçü Cemal’lerin sırasında, bakkal açtık. Kâğıtlı şekerler vardı içinden resim
çıkan golden cikletler satardık, kırmızı, yassı, üçe dört, dörde dört falan,
zenci resmi olurdu üzerinde kulakları küpeli. Zambo, zambo, zambo cikletleri!
Cam kavanozlarda kağıtlı şekerler, kapakları da camdandı kavanozların, içindeki
şekerler görünecek. Çok yenen şekerlerdi, onları yerdik yerdik, kâğıtlarını
arkaya atardık, ulan çöpe atsan ya, çocukluk işte, hep kendimiz yerdik, küllüm
zarar. Çekilişler vardı hani içinden çeşit çeşit hediye çıkardı, kazıyorsun
böyle küçük küçük daireleri, kazırım yazar: zıpzıp, tarak, ayna, tenekeden
tabanca… Babam verirdi bana beş tane çekiliş, “sat” derdi. Götürürdüm
mahalleye, güya çocuklara satmaya, girerdim sota bir yere, açardım hemen
çekilişi, kazırdım: ne çıktı? Zıpzıp, zıpzıpı alıyorum ayrı bir yere koyuyorum.
Bir daha kazıyorum, ne çıktı? Şeker, onu da alıyorum, kenara koyuyorum. Halbuki
hepsi senin zaten, yesene. Heyecana bak! Yemek değil maksat, heyecanı yaşamak.
Kazıyorum. Ne çıktı? Tarak. Çekiliş torbasından alıyorum arka cebime koyuyorum,
küllüm zarar ama o heyecanı yaşıyorum
ya… Üzerinde mantar tabancası resmi olan mantarlar… Fabrikası Ağva’daydı. Yirmi
paket mantar, beş altı adet tabanca verirdi bakkaldan babam, “hadi bunları
satın” derdi, mahallelere gönderirdi. Satılmayacağını bile bile bizi neden
gönderirdi, yoksa yanından mı uzaklaştırırdı? Ne satması? Dört tabancam var
hepsi dolu, atmaya mantar yetmiyor, dran dran dran. Siyah olurdu teneke
tabancalar ama metal gibi parlardı, simsiyah. Ateş ede ede bembeyaz olurdu.
Sonradan plastikleri çıktı, yaramaz. Mantarın ortasında içi ecza dolu bir
delik… Bir tane atardı, tek tek atardı, tetiğe dokundun mu iğnesi ecza ile
temas eder ve patlardı, dran dran pat pat, tazyikle bum. Nasıl öldü Ahmatlı’da
taşocağında rahmetli enişte, aynısı oldu, toz dinamiti sıkıştırdı, aniden
patladı, enişte kaçamadı. Gerçi enişte, o patlamada ölmedi, kolu koptu, gözünü
kaybetti, sonradan eceliyle öldü. Dinamit patlamış, ben yoktum. Ahmatlı’nın taşı
meşhurdur. Kazmayla yer açarsın, ocak
açarsın, toz dinamiti sıkıştırırsın,
kapsül bağlıdır tabi, ateşlersin kaçarsın, öyle taş çıkarırlardı ocaktan. İlkellik.
Sıkıştırırken patlıyor, felaket. Şileli bir Bombacı Yakup vardı, sandal
direklerinin tepesine balıkları gözetlemek için konulan oturağa oturur, bakar
denize, balık nerede? Hemen dinamit! Dinamiti, lokumu sardın muşambayla veya
bezle, kapsülü koydun içine, on santimdir fitil, ucunu yaracaksın ateşleme
için, kibritle yanmaz illa sigaranın kor ateşini değdireceksin, balığı öldürmez
sersemletir, sarhoş eder. Kuyu gibi su çıkar, balığı kepçeyle toplarsın. Aylardan ramazan, dinamitle balık vuracağız,
abimle bize sigara yaktırdı babam, kendisi oruçlu, kapsülü ateşleyip hemen
yakıp verdim sigarayı. Beş altı saniye içinde patlaması lazım, patlamadı. Suya
attı, patlamadı. Ya kapsülde enayilik vardı ya bilmem ne! O gün akşama kadar
gidemedik dinamiti attığımız yerlere, korkudan, ha şimdi patlarsa diye.
At

Ata
gelelim, Dizgin, yular, eğer yok; yelesinden tutup bineceksin. Yok, gem
vuracaksın, yok eğer koyacaksın. Kaymaz mısın üzerinde çıplak atın? Ayaklarınla
sıktın mı bitti, ne kayması? İki tabanca elde, baktım kuş sürüsü, bıraktım
yeleyi kuşlara ateş ediyorum draan! Hayvan bir tarafa ben bir tarafa kah kah kah ha. Çıplak ata biner giderim buradan İzmit’e.
Düzün
ortasına doğru dereden suyu çeksin diye iki metre genişliğinde bir metre
derinliğinde hendek açmıştı babam, günlerce kazma kürekle çalışarak. Yıllar
sonra yerler satıldı. Yeni sahipleri, burası çukur diye doldurdular hendeği.
Aptallık. Bütün su bastı düzü, tarla bataklık oldu, ekemezsin artık. Hiç düşünmediler, bu hendek neden açılmış
buraya? Söyledim tarlayı alanların çocuklarına Kandıra’da, “haklıymışsın abi,
haklıymışsın” dedi utangaç bir edayla. Bazı şeyler teknolojiyle çözülmez, bire
bir yaşayacaksın. Duyarak olmaz, deneyeceksin.
Seyrek’ten kürekle Kefken Adası’na gittik, kürekle.
Kıble motorumuz vardı, adı Cemal Reis, İstanbullu. Hepsi öldü, gittiler Allah
rahmet eylesin. Denizde bizi gördü mü balık atardı, giderdi, taşıyıcı
gırgırların zamanı, gırgırların arkasına gondol gibi tekneleri kürekle
sardıkları zamanlar. Şimdi beş yüz beygirlik motor var jüğyt çeviriyor. Seksen
kulaç derinlik var, alttan mapayı basıyor, balığı tava yapıyor. Gırgırın
sistemi bu. Balığa en zarar veren tiroldür, dibini tarar, kökünü kurutur
denizin, balığın. Gırgır, balığı görür,
çevirir alır, tirol ise yuvasını, yarusunu dağıtır.Kavga ederiz tirol
atanlarla. Ocak ayında tekir yenir mi? Yenmez. Ama gider, atar tirolü, yavru
tekiri ne varsa toplar, kumunu kazır, kumun içinde neler vardır neler, küçücük
tekirler. Tekir avı için ağ yaptırmaya gidiyoruz, Kefken Adası’na, yelken ve
kürek var. Sabahın köründe çıktık Seyrek’ten Kefken Adası’na dört beş saatte
anca gittik. Babam, abim, ben, üçümüz. Dinlene dinlene çektik kürekleri,
acelemiz yok, yelken de var. Eski insanlar öyleydi, horola gürele yok, yavaş!
Aynı mesafeyi motorla bir buçuk saatte gidersin, biz beş saatte. Neyse vardık
Ada’ya. Yemek yiyorlar, Ömer Lütfi’ler, Fenerci Osman falan. Hepsinin elinde
birer ekmek, birer de soğan. Bir
tabansıra su, içinde tekirler yüzüyor. Abanıyorlar, yiyorlar. Acıkmışız,
gebermişiz, buyur ettiler, yiyoruz, oh… Ama bu ne? İçinde tekirler yüzüyor
dedim ya, canlı değil yemek bu, sulu yemek, maydanoz, yağ birikintisi vs.
Ekmeği bandırayım dedim, bir hoşuma gitti. Balığı yiyen yok herkes suyuna
banıyor ekmeği. Balığın lezzeti yemeğin suyuna geçmiş. Kimse balık yemedi desem
yeridir. Bana bana içtik çorbayı. Ömrümde ilk orada yedim balık çorbasını.
Herkes de yapamaz. İzmit’te Güngör var şimdi, müthiş yapıyor. Kerpeli’nin kızı
var Kefken’de Fahri Reis’in hanımı, bir balık çorbası pişirir, parmaklarını
yersin. Doğrudur.
Yıllar
sonra, Kader adlı teknemiz oldu, beş bine aldı babam İstanbul’dan. Arkasına
tahta çaktık, “patak” yaptık onu biz abimle. Eskiydi zaten, hantal. Gittik
baktık denizde gırgırlar, ağa balık sarıyor, biz onlara o hantal sandalla yeşillik götürürdük,
domates, biber, bilmem ne, bize hop kırk elli tane balık atarlardı. O
sandalımız parçalandı, yakıyoruz. Çökertme kurduk, babam abim ve ben,
oturuyoruz. Her yere bir şey saklardı babam, kibrit, fitil, iskarmoz, ip… her
sandalın bir yerine bir şey yedeklerdi illa ki adettir, alışkanlıktır, uğurdur
belki. Bir kapsül o yaktığımız sandalın tahtalarının arasında kalmış. Balık var
çökertmede. “Çökertmeden çıktık Halilim”. O, değil, o türküdeki çökertme bir
yer adı, Bodrum’da bir semtin adı. Sandal yanarken bir patlama oldu: Güm. Yere
yüzü koyun kapattık kendimizi, üçümüz de ayrı taraflara. Bir buçuk metre
çapında toprak göçtü, ne ateş kaldı ne sandal, biz öldük sandık. Hiç aklımıza
gelmedi yedek kapsül, bomba attılar sandık, o yıllar malum memlekette sağ sol kavgası
var, gürültüye gittik mi gittik. “Kapsül kalmış” dedi babam kendine geldiğinde.
Oydu yeri oydu, büyük bir faciadan kıl payı kurtulduk. Çok yakındık ateşe,
Allah korudu. Sözle açıklanamaz. Hiç ateş yakmadın mı Rüştü? Ateşe ne kadar
yakın durulabilirse o kadar yakındık işte. Yerde mi yakıyorsunuz ateşi? (Ben de
astral seyahatte olmalıyım.) Yok, her zaman çadırın üzerinde yakıyorduk da o
gün yerde yakacağımız tuttu. Mangalda yakarsınız mı diye aklıma geldi de.
Hayır, hayır, derenin kenarında mangal, ne alakası var? Çalı çırpı ne varsa ne
yanarsa, yakarsın. Balık pişireceksin, tabak mabak yok. Ateşten al, hop mideye.
Bir de soğan ekmek varsa yanında senden iyisi yok. Keser Müzikhol’ü, Günay
Restoran’ı arama! Çökertme bir balık tutma aracıdır. Direklerle, iplerle,
dolaplarla donatılmış bir ağ sistemidir. Yedi sekiz metre genişliğinde bir
dere, derenin her iki kıyısına üç dört metre boyunda iki direk dikersin,
bildiğin ağ ama kör ağ, tor deriz, derenin hemen hemen genişliği kadar ip, yaka
deriz ona biz, ip urgan direklere dışarıda çakılır, dikdörtgen biçiminde yakayı
dört köşe yaptın mı tor dediğimiz ağı, ama gırgırların ağından olanı, çünkü diğer
ağlar ufacık bir darbede yırtılır, gözenekleri de sık olacak ki ileryalar da
takılsın ağa. İple misineyle bağladın onları, dört köşe bir kepçe oldu şimdi. Ortasında tordan torba yaptın, iki telle bağladın
bir tarafına, iki telle de karşı kıyıya, direkte makara var, makaradan
geçiriyorsun teli, çarkıfelek dolabı gibi bir dolap var, iki çatal üzerine bir
sopa takılı, Ağva’da görmüşsünüzdür, derenin üzerinde duruyordu, girişte, geçen yaza değin. Sarısu’da görmüştüm,
Babaköy’den Sarısu’ya geçerken, dereye kurmuşlar. Evet, var, vardı, onu da mı
kaldırmışlar ne oldu? Yasakladılar. Köşelerine taş bağlayıp aşağı bırakırsın
torbayı, bir müddet sonra balık oynadı, bir çekersin makarayla. Ağı tava gibi
kaldırırsın yukarı. O arada dereden gezen balıkları tava gibi kaldırırsın, hop
hepsi sende. Eğer çökertmenin ağı geniş olmazsa kepçeyle toplarsın. Biz geniş
ağ kurduk yıllarca, sandalla altına girerdik, ortası yuvarlak, dört köşe tava
olur resmen. Gideceksin, atacaksın çulaya, balıkları boşaltacaksın geleceksin,
tekrar bırakacaksın, huiyyt, bu; kaldırma, indirme, çökertmenin sistemi bu. Ağ
derenin dibine çöküyor, balık oynayınca hadi oğlum çek! Bap bap bap bap çabuk
çabuk çekeceksin. Hop. Denizde olmaz bu çökertme? Yok öyle bir şey, yok öyle
bir şey, yalnız derede. Bir kazık sürekli yanında duracak ki dolabı çevirdikten
sonra kaçmasın. El freni gibi, arabayı hatırla! Bayağı bir güç sarf ediyorsun,
öyle çoluk çocuk çekemez kolay kolay. Babam iki artı yapardı, haç biçiminde iki
ağaç. İki artı bu yakada, iki artı karşı yakada. Adı dolap onun. Ama o dolabı
ben bir türlü yapamazdım. Sopalar uzun, etrafından urganı dolayıp kuşak yapmak
lazım. Dört bir yanından urganı geçireceksin, iple bağlayacaksın araya iki tane
çatal kazık sokacaksın, çevireceksin, çok zor, ama sistem bu. Yapıyorum, patlıyor, foş. Meğer ortası ince olmalı,
kenarlara doğru genişlemeliymiş ki patlamasın. Ben dümdüz sokuyorum sopayı
tabi, suda patlıyor dolap çevirirken tahtayı çatlatıyor. Babamın vefatından sonra sosyal medyada “sizin zerreniz olamadığım…
falan dedikten sonra “Sensiz çökertmeyi kuramıyorum baba” diye yazdım. Çok işte
ustamız babamızdır.
Eskiden herkes
bıçak taşırdı, kınıyla beraber. Düğünlerde, bayramlarda güreşler olurdu.
Çalköy’de, harman yerinde bir bayram güreşinde bir kavga çıktı. Delibaş
pehlivana, Resul elense çekerken tokat atmış. Pehlivan, silkindi de bir koştu,
eski kalın kaşe gibi kumaştan bir ceketi vardı onun cebinden bıçağı bir kaptı,
kınından sıyırdı, yolda zor tuttular ihtiyarlar, yoksa yakacaktı canını belki
de öldürecekti adamı, boğa gibi saldırıyordu, kendi ömrünü de çürütecekti az
kalsın. Öfke kuvvetle birleşirse kendine
de başkasına da zarar verir. Bir de Kırkpınar Başpehlivanı Sabri Geçer’le
karşılaştım tesadüfen Adapazarı’nda bir inşaatın şantiyesinde. Nereden nereye,
insanoğlu kuş misali… An geliyor, hiç tanımadığın, bilmediğin insanlarla
karşılaşıyorsun, bakıyorsun o insan, çok meşhur biri ve sen de onun arkadaşı
oluyorsun. Başpehlivan kimdir? Çetin cevizi tek pençesiyle kırandır. Sabri
başpehlivanla, karşılıklı ceviz kırdık. Ben de tek avucumla ceviz kırdım. “Sen
boş değilsin” dedi bana. Dedim “Ben çok zembil taşıdım.” Gülüştük.
Ağaçtan
bir kılıç yaptım. Düz kılıç mı? Düz kılıç, harbi kılıç. Kınından on santimetre
çıkık halde imal ettim. İnce yapsam kırılır, kalın yapsam kaba olur, tam aranan
incelikte öyle bir yaptım ki şurada olsa aferin dersin. Öyle incelikli bir
sistemle kınına giriş yerini ayarladım ki kılıç kınından dışarıda ya hemen her
yapışan çekti onu ama kınından çıkaramadılar. Bakıyorsun çıkacak gibi görünüyor
ama ne mümkün! Üzerine bir işleme yaptım. Tasarım. Tasarımın kalıbı, çizelgesi
olmaz. O anda beyninde oluşan motifi oraya işlersin. Kızılderililer gibi
yakarak yaptım işlemeyi. Bıçakla yaptım iz yaptı, çivi ucuyla yaptım yine iz
yaptı; yaktım, yaktım bir vernik sürdüm üzerine akıllara zarar, yok böyle bir
şey! Bir arkadaş geldi, gözüne çarptı, “Ne güzel olmuş, arkadaşlara göstereyim”
dedi, aldı bir daha geri getirmedi. Dayım da ağaçtan bisiklet yaptı ve bindi o
bisiklete, görmeyen inanmadı, ben gözümle gördüm. Ağaçtan, gökçeağaçtan, ağacı
kıvıra kıvıra bisiklet yaptı. Dişlisi, pedal sistemi, her şeyi vardı. Kama
kesmiş, bir şeyler yapmış, şifekten de –şifek derler üzümün şeyine- asma
ağacından da pedal yerini bölme bölme yapmış. Gezdik köyde o bisikletle.
Direksiyonu tıpatıp aynı bisiklet direksiyonu, tekerler ya tekerler, epsitler
işte, çok serttir gökçeağaç, dağılmaz.
Seyrek Mezarlığı
bayırda, duvar muvar, avlu mavlu yok etrafında, çalılık. Yukarıdan aşağı
arabayla yarışıyoruz. Kendi yaptığımız araba, tekerleri kestik kalın odundan
testereyle, dingil yaptık, arış yaptık. Kiraz ağacı kolay kolay parçalanmaz.
Bıçak kınları kiraz ağacından yapılır. Kirazı döversin döversin, halka
çıkartırsın, kesersin kuşak çıkartırsın, yüzük gibi geçirirsin, muşamba gibi
sararasın, kiraz dağılmaz, kopmaz. Şimdi
bunun yarış arabasıyla ne alakası var? Var. Duramıyoruz, durduramıyoruz yarış
arabasını, gidiyor, hızlanıyor, çalıların içine dalıyoruz, elimiz yüzümüz, ayağımız
yara, yırtılıyor, yara bere içinde kalıyoruz. Arabanın arka kısmında üçgen
biçiminde oturacak bir yer, teker ve dingil; önde ise bir delik, sopa girecek
şekilde, arış geliyor sopaya bağlanıyor, önde bir de teker var, mekanizma
böyle. Yandan bir sopa taktım, el freni gibi kullanıyorum. Araba yokuş aşağı
hızla giderken bir koyuyorum, zınk, duruyor. Benden başka kimsede yok, sen
gidiyorsun dikene mikene bodoslama giriyorsun, durduramıyorsun ki mümkün
değil ya atacaksın kendini çizilecek her yanın ya da son sürat, alamet,
kıyamet... ben, ise fuişjyt, gel keyfim gel. Gülüyorum zavallılara. Onlar dalıyor
böğürtlenin içine ben duruyorum. İşte o el freni sopasını kiraz ağacından
kesmiştim, dayanıklı olsun diye, oldu da. Araba tekerlerini o zamanlar ağaçtan
keserdik, odundan, arka tekerlekler biraz büyük olurdu.
Ver elini öpeyim Ustam, sen bu hesabı nasıl yaptın, bana da öğret!
Mesleği
insanın define değildir belki ama
altın bileziktir her zaman. Kontrolör olarak çalıştığım işyerinde ustanın biri
çivi çakıyor, eline bir çivi alıyor onu çakıyor, bir çivi daha alıyor onu da
çakıyor, gören de iş yaptı sanıyor, altılık çivi çakıyor. “Usta! Ver keseri,
ver.” Hemen çivileri sol elime sıraladım, “bak dedim beni iyi izle.” Bir çivi
çaktım, “tutar mı?” “Tutar.” Diğer
çivileri pat pat pat çekici durdurmadan art arda on saniyede çaktım. “Uykun mu
var?” Anlamadım! Böyle çak” dedim. Dedem ustaydı benim, çivi çakmayı ondan
öğrendim, okulda değil. Bizden işte bu yüzden adam olmuyor: bir tane çivi
alıyor eline çakıyor, sonra bir çivi daha… Eller aya… Yine bir gün kataliz
atılacak boruların içinde genç bir mühendis zaviye hesabı yapıyor, akış
emniyetini sağlamak için, uğraşıp duruyor ama sonuç? Projeyi aldım, metreyi
aldım elime, tanjant artı eşittir falan…”Nereden bulacağız usta şimdi tanjant
çizelgesini” dedi genç adam, yeni mezun şef. “Sen benim dediklerimi dinle. Hem
yaşlıyım, tecrübeliyim senden hem de iki yüz kişi peşimde dolaşır hatalarını
bulmayayım diye.” Rafineri bu hata kabul etmez, patlar öldürür, affı yok,
dönüşü yok, rafineri bu. “Yaz” dedim dediklerimi: tanjant, şunla çarp, bununla
topla, pi sayısı üç bir dört bilmem kaç, yaz, yaz, yaz… Reklam bölümü oldu ama
gerçek. Yirmi dört onda iki dedi, pek de inanmadı aslında hesaba. Ertesi gün
geldi o genç mühendis: “Usta” dedi ya, senin dünkü hesap yanlış çıktı, doğrusu
yirmi dört onda altı. Akşam evde neyle hesapladıysa? “E, el insaf ” dedim “ayak üstü yapılan
hesapta o kadar hata payı hata mıdır yani?” “ Hayır “ dedi “Ver elini öpeyim
Ustam, sen bu hesabı nasıl yaptın, bana da öğret.” “Senin yaşın kaç? Yirmi yedi.
Benim altmış beş, meslekte yaşının iki katı kadar daha koşman lazım. Gençlerde
özveri yok. Hesaba iyi para yatsın, altında güzel bir araba olsun, bir de çete
yazsın. Yalan mı? İşinin hakkını veren nerede? Bilginin karşısında ceketimi
iliklerim, eğilirim. Bilgi hazinedir, her şey parayla ölçülmez. Yedi sekizin
ölçüsü yirmi iki milimetredir, yedi on altının on bir, hayır, yedi sekizin
ölçüsü yirmi iki yüzde yirmi ikidir, o yüzde yirmi iki ne hatalar yaptırır
nelere tekabül eder? Yedi on altı, on bir yüzde on birdir, pi sayısı üç bir
dört değildir, devamı da vardır, sekiz hane daha devamı vardır. Tornada diş
çekiyor! Punto matkabı ile delinmelidir ama öyle yapmıyor dayıyor puntoyu diş
çekerken punto yavaş yavaş gevşiyor, somunu bir takıyorsun pırrr gidiyor,
sıkışıyor ya da tam tersi. Punto matkabı ile deleceksin dişi, usûl bu, kâğıt
gibi çekeceksin. Elini tutar tornacı, zımpara tutar, eğe tutar, bir de elini
tutar gayrıihtiyari, bakayım elimi kesiyor mu diye. Ama kurnazlar nasıl
yapıyorlar sanayide şimdi? Bir delik deliyor, çapak duruyor üzerinde, alırken
elini kesiyor, ayy kesti, ana avrat küfür. Kaynakçı Remzi, Kandıra’da tek torna
atölyesi, Namazgâh’a giderken sağdaydı atölyesi, Bayrak Torna yazardı
tabelasında, Fiat traktörleri tamir ederdi. Kumpas yokmuş adamda, ya vardı
bozuldu ya da yok. Şimdiki gibi değil o zaman, şimdi dijitali var, dekometresi
var, komperatörü var, detaylar bunlar, failatün failün gibi yani, sol fa mi sol
fa mi sol. Kumpas yok adamda ama göz kararı denk getirirdi Remzi Usta. Tık,
tamam. Değerlerimiz bunlar, bak anıyoruz şimdi. Rüştü buraya otur, yarma nasıl
olur? Şöyle yapıver demen yeter. Ben yarma yapabilir miyim? Hayır. Bulguru biz
taşlarla ufalayıp da bulgur pilavı yaptık, Taş tak diye gelir dişine. Reklamın
iyisi, kendinin değil başkalarının söylediğidir. Yıllar evvel, Anavatan
zamanında Kandıra İmam Hatip Lisesi’ne bayrak direği dikilmiş, direğin tepesine
bir makara konacak, paslanmaz maddeden, yağmurdan, kardan, çamurdan
etkilenmeden çalışacak, bayrağımızı göndere çekecek. Dedim ki “Seyrekli abim,
bunu yapabilir misin? Dedi ki “Ne zamana lazım?” Detay sormadı, iş yapılacak,
tamam. Hâlâ o makara kullanılıyor, İmam Hatip Müdürü Mustafa Morgül öldü, ondan
sonra gelen müdür de emekli oldu ama makara yerinde. Duyarsan unutursun,
görürsen hatırlarsın, yaparsan bilirsin. Her işin bir püf noktası vardır.
Yıllardır diyorum ki kaybetmeyelim yöremizin değerlerini. Mezarı kayıp bir
üsteğmen vardı, bulalım onu. Adapazarı’nda bir profesör vardı, o bulurdu, ihmal
ettik, profesör öldü, kaybettik onu, geçti o, yarın ben de yokum veya sen de …
Yani birlik yok, bir işi severek yapmak yok. Sanayide dükkânım vardı, anahtarı
atardım dükkânın orta yerine bakalım çırak ne yapacak? Üstüne basar geçerdi.
Kapattım dükkânı. İşini seveceksin, eşini seveceksin, dünyayı seveceksin, sevgi
her şeyin başı. Talaş imalatı atölyem vardı bir ara. Bir forklifle yolladım
talaşı fabrikaya, tel: “E, usta, talaşın üstü bronz, altı demir? Nasıl olur?
Meğer, ben yokken bronz talaşı satmışlar, satmışlar adamlarım, altına demir
talaşı koymuşlar, çalmışlar, bunu yapanlar, bayramda kendi evimden önce
evlerine kurban eti gönderdiğim elemanlar. O gün iş yerini kapattım, bitti. Niye
bizden adam olmaz? Katakulli, adamların içine işlemiş. Ama düşmez kalkmaz bir
Allah. Sonunda hep iyiler kazanır. Değirmenci Reşat’ın değirmeni, başkasının
denir mi? Yıllarca o radyo, cam açık, hep çaldı. Hâlâ, değirmen önünden her
geçişte kulak veririm çalıyor mu diye. “Kırmızı gül demet demet…” Hocam bir
saniye, dağıttık galiba? Ne yapalım? Hafta içinde Balıkçı Oktay’da buluşalım, Erkekler Çarşısı'nda, salaş meyhanenin yanındaki dükkan, tekrar
toplanalım, hem sakin olur orası hem hanımı çok güzel balık pişirir, kadının
elinin değdiği temiz olur. Temiz kadının elinin değdiği temiz olur üstadım. Söz
mü? Söz. Konudan çok uzaklaştık. Evet.
Okumayı tamamlamadım fakat ilk bölümleri okurken bile çok keyif aldığımı ve beğendiğimi söylemek istedim.
YanıtlaSilElinize zihninize ilhamınıza sağlık Mustafa hocam.
Çok yaşa Gülbin.
YanıtlaSil"Sonunda hep iyiler kazanır." Bu, edebi değeri yüksek güzel yazını okuyucu dostlarınla buluşturduğun için teşekkürler Mustafa hocam. Emeğine, yüreğine sağlık. Salih Ceylan
YanıtlaSilBen teşekkür ederim, okumaya değer bulduğunuz için, güzel duygularınız,temennileriniz için
YanıtlaSilSalih kardeş.
Sevgili hocam, eline, kalemine, yüreğine , gönlüne sağlık...Kandıranın bir dönemine ait anılarını çok güzel anlarmışsın..Tebrik eder, başarılarının ve Kandıra anılarının devamını diliyorum... 👏👍
YanıtlaSilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilHocam, okudukça Kandıra'nın o günlerini yaşamasak bile keyifle gözümüzde canlandırabileceğimiz güçte çok güzel hatıra yazısı olmuş. Kandıra için çok güzel bir eser. Kaleminize sağlık.
YanıtlaSil