23 Şubat 2017 Perşembe

OKYANUS KOKUSU VE ANGOLİ MALA / LE CLEZİO

2008 Nobel Edebiyat Ödülü verilen Jean – Marie Gustave Le Clézio’yu okumaya, iki ayrı kısa romanının, Okyanus Kokusu ve Angoli Mala’nın toplandığı kitapla başlıyoruz.
 Kitabın başında verilen bilgiye göre Le Clézio, 1940’da Nice’te doğmuş. Babası, Hint Okyanusu’nda Afrika kıtasına yakın bir ada ülkesi olan Mauritus’lu bir doktor, annesi Fransız. Çocukluğu kıtalar arası deniz yolculuklarıyla geçmiş. İlk romanı Tutanak ve sonra yazdığı birçok romanı ödüle layık görülmüş. Başlarda, deneysel  edebiyata yönelmiş, Yeni Roman akımını izlemiş ancak daha sonra daha geniş okur kitlesine ulaşmayı amaçlamış, popülerliğe kaçmış. Fransızca yazan en büyük yazar olarak ünlenmiş. Kitabın internette satışını yapan bir sitede yayımlanan tanıtım yazısında, yazardan şu ifade alıntılanmış:
“Okuyacağınız iki kısa roman, ya da iki uzun öykünün arasında on beş yıllık bir süre var. Bana öyle geldi ki, ikisi de aynı şeyi, doğa sevgisini ve kötülüğü anlatıyor. Ama sıra ikisini bir araya getirmeye gelince, hangisinin öbürünün aynası olduğunu çözemedim..."
- Le Clezio-
Gerçekten de iki metin arasındaki anlatım farkından iki anlatının yazılışları arasında uzun zaman aralığı olduğu anlaşılıyor. Okyanus Kokusu, yalın, yavan anlatım seyri izlerken Angoli Mala destansı bir lezzet bırakıyor okuyucunun dimağında ve ustalık kokuyor her satırında. Konuları ve temalarının özdeşliği nedeniyle birbirlerinin aynası oldukları görüşüne gelince iki romancığı ben, aynı caddede karşılıklı duran ve camlarından birbirlerini yansıtan ve aynı cins ürünlerle dolu vitrinlere benzettim; Okyanus Kokusu daha geniş cepheli bir vitrin ama camı eski, ışıltısız, mat ve loş duruyor, içindeki mallar ise eski model. Angoli Mala ise o geniş vitrinin camında küçük hacmi, görkemli diliyle ve son model göz alıcı ürünleriyle  parıl parıl parlıyor. Yazar, metinlerin sonuna yazılış tarihlerini iliştirmiş: Okyanus Kokusu 1999, Angoli Mala 1985. Bu beni hayrete düşürdü. Tarih belirtilmemiş olsaydı Angoli Mala’nın daha sonra yazıldığına bire on iddiaya girerdim.
İki öykünün de olay örgüsü aklımda kaldığı kadarıyla şöyle:
Okyanus Kokusu
Babasının evi terk ettiği Nesime, ergenliğe adım atarken baba özlemiyle veya özentiyle izlediği Azzar adlı gemiye gizlice binip, saklanıyor. Azzar ise ünlü sinemacı kimliğiyle dünyanın en zengin adamlarından biri olan ama o da Nesime’nin babası gibi karısını ve Nesime ile aynı yaşta kızını terk eden Moguer’in şehirden, şöhretten, insanlardan kaçmak için yaptırdığı özel yatı. Moguer; Azzar ile yalnız ve suskun yaşamaya alışmış gemici Andriamena yönetiminde Fransa’nın güneyinden kalkıp Atlas Okyanus’una açılıyor.
Yazar, eseri bir başlık koyduğu bölümlere, o bölümleri de başlıksız sahnelere ayırmış. Bölüm adları şöyle: Azzar, Nesime, Moguer, Nesime erkek çocuk kılığında Azzar’a nasıl girdi ve sonra neler oldu?, Okyanus, Nargana’da Fırtına, Tropiklerde bir karakol, Deniz Kazası, Fréjus’de bir mevsim, Birkaç konuşma kırıntısı, Medellin Gecesi, Yargılama.
Bölüm başlıkları olay zinciri hakkında az çok ip uçları veriyor ama örgüyü tamamlamaya kaldığımız yerden devam edelim: Okyanus, Azzar’daki yetişkinler, Moguer ve Andriamena için geniş bir özgürlük alanı, yolculuk ise kaçış; Nesime için ise okyanus yolculuğu belirsizlik ve yeni bir heyecan. Ama okuyucu için sıkıntılı, ağır ilerleyen bir süreç. Bitse de şu yolculuk ne olacaksa olsa dedirtiyor insana, sayfalar ilerlemiyor, okyanusta rüzgarsız kalmış yelkenli gibi. On bir gün mü on iki gece mi geçti nihayet kara göründü. Selvage Adaları’nda Tenerif kentinde üç gün kaldılar, Nesime’den kaçak olduğu için gemide kalması istendi ama o kaçıp kentin müzesini gezdi, bir tepeye çıkıp annesini düşündü. 
“Azzar, kıçında dalgalanan Mayorka bandırası ile alizelerin önünde denizleri dolaşıyordu. Moguer özgürdü. Ne zorunluluklar ne randevular ne de uyulması gerekli kurallar vardı.” S.90
Panama kıyılarında klavuzluk yapmak için Nesime ile aynı yaşta bir genç, Ifigenio gemide işe alınıyor. Bir de boa yılanı aldılar. Yılan, bizdeki olumsuz anlamının aksine Batı kültüründe güçlü olmanın imgesi, olumlu bir imge. Nargana adasında yerli çocukların elinde gördüğü “Bezden bir torbada sivri burunlu, ellerinde bıçak gibi ikişer tırnağı olan koyu renkli, garip bir hayvan”ı da satın aldılar. Yerlilerin dilinde, gök gürültüsü anlamında“Trueno” denen bu hayvan, gök gürültüsünü duyunca kapalı bir kutuda olsa bile kaçıyormuş. Azzar Nargana adasında fırtınaya yakalandı, yerli bir çocuk fırtınada öldü.Nesime de hasta oldu. Gökgürültüsü kaçamamıştı.  Nesime, başka bir gemiye bindirildi, doktorlara muayene oldu. Sorgusunda annesine teslim edilmesini istemedi, rahibe okuluna gitti. Rahibe okulunda bir kız kaçırma olayında okulun köpeği İgor ateşli silahla öldürülüyor. Bu arada, Moguer’in yönetiminde Azzar bir deniz kazasında kullanılmaz hale geliyor. Moguer, borçlarını ödeyemiyor ve hasarlı gemi satılıyor. Nesime ile Moguer’in yıllar sonra yolları kesişiyor. Moguer artık yaşlı bir hasta adam, Nesime ise rahibe değil hemşiredir, annesinin mesleğine dönüş yapmıştır ama yaşlı dostuna İncil’den pasajlar okumaktadır. Ama Moguer’in  tepkisi: “Bu kitap korkunç şeylerle, dehşet verici şeylerle dolu.” S.156
Nesime hemşire olmaktan da vazgeçip Hukuk Fakültesi’ne yazıldı. Bu baş döndürücü değişiklikler  romana bir hareket kazandırmıyor. Gemi ile sahibi Moguer özdeşleştirilmiş, bir kaza ile hurdaya çıkıp batırılınca Maguer de hastalanıp ölüyor. Nesime, sevgilisi Şerif’i düşünüyor, “bir an önce elini onun elinin içine bırakmak ve geriye dönüp bakmadan gitmek istiyor. Artık açığa doğru bile bakmıyor, zaten deniz şimdi daha düz ve sakin; bir ten gibi her şeyi örtüyor.”s.198
Çok mantıklı örülen olay örgüsünden de anlaşıldığı gibi, metinde yalnızlık, şehir hayatından doğaya kaçış, özgürlük, dostluk, vefa temaları işlenmiş, anlatım ise deniz suyu gibi durgun, yazarın ölümlü olayları örgüye sokma çabası dalgalanmaya yeterli olmamış, çünkü dil ve anlatım sıradan. Başarılı bulduğum yönü ise hemen bütün kişilerinin özellikleri aynı, şehirden kaçan kişiler, kalabalıklardan yalnızlığa kapı aralayanlar… Yazar en çok da kendisini anlatmış, otobiyografik motifler taşıyan roman, gerçeğin kurguya dönüştürülmesinin zorluklarını yansıtıyor.
Angoli Mala
“Milattan önce V. Yüzyılda Hindistan’da Angoli Mala adında sıradan bir adamın delirdiği, ormanların derinliklerine çekilip vahşi bir hayvan gibi yaşadığı, kendisini yakalamaya çalışan herkesi öldürdüğü anlatılır. O zaman Sakya Kabilesi’nin şefinin oğlu olan ve henüz Buda, Ermiş lakabıyla ün yapmamış genç bir adam tek başına ormana girmiş ve en küçük bir korku duymadan bu vahşi adamla konuşup onun deliliğini iyileştirmişti.
Yaklaşık iki bin beş yüz yıl sonra, Darién ormanlarında benim de kısmen tanık olduğum benzer bir olay yaşandı. Bu nedenle bu öyküye, Buda’nın kurtardığı adamın anısına, Angoli Mala adını verdim.”
Le Clézio’nun 66 sayfalık kısa romanının başına koyduğu yukarıdaki metin olayı özetliyor. Yazarın tanık olduğunu söylediği olayın kahramanı lakabı Bravito olan John Gimson. Brovito lakabını doğduğunda ailesi koymuş, sert bakışlı olduğu için.
Annesini ve babasını küçük yaşta kaybeden Gimson, bir rahibin yanında Panama’ya, ata yurduna dönüyor. Amcasının evini buluyor, Nina adlı bir kızla karşılaşıyor. Yerlilerin ne zorluklarla yaşadıkları, uyuşturucu işi ve mafia…Kısaca bu kısa öyküde aşk, macera, ihanet, sadakat, hüzün, dövüş, kavga… birbiriyle çelişik bir sürü duygu ve eylem var. Bravito, yanlarında çalıştığı bir kaçakçı çetesinin kendisini öldüreceğini anlayınca ormana sığınır ve doğayla bütünleşir. O artık, siespiem, orman insanıdır ve kaçakçılar için de kaçakçılar ile işbirliği yapan polis şefleri için de tehlikeli görülmektedir. İki kişinin katili olarak aranmaktadır. Ama, nasıl yakalanacaktır? Polis şefi, yalnız başına ormana gider, tuzağını kurar ve öldürtür, Bravito’yu. Bizde, Manisa Tarzanı'nın, Eşkıya Hamidonun, Ergüder Yoldaş'ın yaşamlarını anımsatan iç burkucu bir hikaye Bravito’nun yaşamı. Bir "Yabani Hindi" motifi var bu öyküyü masal yapan, efsane yapan. 
Tema bakımından, Okyanus Kokusuna benziyor, insanlardan kaçış, özgürlük, yalnızlık …vd. Angoli Mala’da orman var okyanus yerine. Anlatım ise bu metinde şiirsel. Birçok imge, konuyu anlatmıyor, içiriyor adeta. Angoli Mala bu kitapta yer almasa Okyanus Kokusu belki değerlendirmeye bile değmez bir metin olurdu. Angoli Mala’nın yüksek sanatlı, sürükleyici anlatımı, Okyanus Kokusu’nun da değerini arttırıyor. Bizim Halk edebiyatında, öyle hemen saz çalıp dörtlük söylemekle halk ozanı olunmaz. Aşığın, halk ozanı olması için bir halk hikâyesini farklı ve özgün üslubuyla anlatması ve beğendirmesi gerekir. Bu sınavı geçenlere musannif denir. İşte Le Clézio da bu hikâyesindeki anlatımıyla musanniflik sınavını başarıyla vermiş oluyor, ozan oluyor.
Altını çizdiğim cümleler: "Yerli toplulukları saf değiştirenleri sevmez." s.203
"Felaket geceyle gelir." s.237
"Su, uçsuz bucaksız ve gecenin söndürdüğü bir ayna kadar güzeldi." s.240






11 Şubat 2017 Cumartesi

MAHUR BESTE'Yİ ANLAMAYA ÇALIŞMAK


Kitabın orta yerinde, “Behçet Bey’in Evlilik Yılları” bahsinde de belirtildiği üzere “Mahur Beste, Atiye Hanımın küçük eniştesi Lütfullah Bey’in babası Talat Bey’in eseriydi. Bir çarkçı yüzbaşısı olan Talat Bey, bu içli şarkısını karısı kendisini terk ettikten sonra yazmıştı.”
Yahya Kemal Beyatlı’nın sandığım “Şarkılarımız bizim romanlarımızdır” sözünün de Ahmet Hamdi Tanpınar’a ait olduğunu Mahur Beste vesilesiyle öğrendim.
Yine son bölümde, "Mahur Beste Hakkında Behçet Bey’e Mektup"ta diyor ki Tanpınar, “Siz de biliyorsunuz ki dünkü hayatımızın en kuvvetli, hayata en çok tesir eden tarafı musiki idi.”
Şimdi daha iyi anlaşılıyor, edebiyat (roman) ile musiki ilişkisi ve bu romana neden Mahur Beste adının verildiği. Öyle beste, makam, usul normlarını ortaya döküp açıklayacak kadar müzik bilgim yok ama musiki nazariyatı ve tarihi konularında da uzman hatta üstad olduğu edebiyat eserlerinden belli olan Tanpınar’ın bu romanını yazarken müzik normlarını (Mahur Beste biçimini) uyguladığını sanıyorum. Romanın sekiz bölüm olarak biçimlenmiş olmasını bile bu iddiamı destekleyen bir işaret olarak görüyorum;  müzikte sekizlik ölçü vs. Bu konu şimdiye değin araştırılmış mı bilmiyorum.
Öyleyse büyük yazarın hikâyeden romana geçerken ilk basamak olarak kullandığı eserine ad olarak seçtiği Mahur Beste ne anlama geliyor ona bakalım:
“Mahur” sözcüğünün karşılığı olarak Türk Dil Kurumu sözlüğünde “Klasik Türk müziğinde bir makam” geçiyor. Sözcüğün Farsça olduğu da belirtilmiş. Başka kaynaklarda, İran’da veya Hindistan’da Mahur adlı bir yer yahut şehir olduğu, mahur bestenin adının bu yerden geldiği hakkında doğruluğu su götürür iddialar da var. Besteye ad olan mahur sözcüğünün etimolojisinden bir sonuç çıkacağa benzemiyor. Kullanımda kazandığı anlam her halde yeterli ve önemlidir. Mahur makamının şen, şuh, gönlü ferahlatan, sert bir makam olduğu, Klasik Türk müziğinin yanı sıra Mehter müziği ve halk müziğinde de en az 6-7 yüzyıldan bu yana yaygın olarak kullanıldığı biliniyor. Ama 20. yüzyılın iki büyük şairinin dilinde ve kaleminde mahur beste, şenliğini, şuhluğunu yitirip boydan boya hüzne ve kedere gark oluyor. 
Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız 
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız” d
izeleriyle başlayan Mahur Beste şiirini yazarken Attila İlhan’ın içine düştüğü hüzünlü ortamda da romanın kederli atmosferinden etkilenmeler olduğunu sanıyorum. Bu kadar uzun ve belki de gereksiz girizgahtan sonra romanı tanımaya başlayabiliriz:
1944 yılında Ülkü dergisinde tefrika ediliyor. Kitap olarak basımı 1974’te. Yazar eserini kitap olarak göremiyor.
Mahur Beste, öncelikle başkişisi Behçet Bey’in merkeze alındığı ve onun akrabası olan kişilerin 19. yüzyıldan 20.yüzyıla sarkan ömürlerini anlatan, arka planda ise aynı yüzyıllarda göz göre göre çöken koca Türk İmparatorluğunun derinlemesine ve enlemesine halini ortaya koyan romandır. Kitaba önsöz yazan Tanpınar’ın öğrencisi Mehmet Kaplan’ın “Mahur Beste, kompozisyon bakımından klasik roman yapısından ayrılır” diye başlayan eleştirilerine eseri neredeyse roman dahi saydırmayacak bir niyet sezdiğimden katılmıyorum. Mahur Beste, tam da bu klasik roman yapısına uymayan özellikleriyle klasik romandır, modern bir klasiktir.
Sekiz bölümlük eserinin her bölümüne yazar ayrı bir başlık eklemiş, bundan dolayı birçok kişi de romanı sekiz hikâye gibi algılama yoluna gitmişlerdir ki bu da katılamadığım bir yöneliştir. Roman bütün bölümleriyle bir bütündür.
İlk bölüm “İKİ UYKU ARASINDA DÜŞÜNCELER”
İlk uyku, Behçet Bey’in on yıl evli kaldığı hanımı Atiye Hanımın ölümünden otuz beş sene sonra daldığı sıkıntılı, garip uykudur. Roman bu uykuyla başlıyor. İkinci uyku hangisidir? Behçet Bey’in aynı gece uyanıp yeniden daldığı rüya âlemi mi? Yirmi sene evvel babasının elinden Hamdullah yazması Kur’anı Kerim’i alırken gördüğü rüyanın dahil olduğu uyku mu yoksa karısını kaybettiği zaman mı? Ölüm de bir uykudur ya. Behçet bey, nasıl bir karakterdir? Çelimsiz, sosyal yönü çok zayıf, insan içine çıkmaktansa tavan aralarında ve kitaplar arasında yahut bozuk saatleri tamir etmekle vakit geçiren zavallının biri. “Hayır, Behçet Bey ne bir sanat meraklısı ne de koleksiyoncu idi. O sadece bir şairdi.” “Evet o, hep o tavan arasındaki cilt mengenelerine eğilmiş büyük bir örümcekti.” Şimdi hatırlamadığım bir yerde okudum,  galiba Selim İleri, Behçet Bey karakterinde Dostoyevski’den ilhamlar gördüğünü ileri sürüyordu. Ben Behçet Bey’de Kafka izinin daha belirgin olduğunu söylüyorum: Dönüşüm’deki  Gregor Samsa karakterine  ne de çok benziyor. Babasının gölgesinde mevki makam kazanıyor, padişahın himmetiyle evleniyor. Tam bir düzen tutsağı.
Birinci bölümde Tanpınar’ın kadınlar hakkındaki görüşleri, eşi Atiye Hanım, yeğeni Cavide Hanım, hizmetçisi Şerife ve yalı komşuları Tarıdil Hanım ve onlarin ilişkileriyle anlatılıyor.
İkinci Bölüm: “BABA İLE OĞUL”
Babası İsmail Molla, Behçet Bey’in aksine pervasız, otoriter, mağrur, sosyal, dinamik, çapkın bir karakterdir. Oğlunu kendisine benzemediği için hiç sevmez. Memuriyetinin son döneminde Hicaz’da görev yapan İsmail Molla, İstanbul’a dönüşünde oğlunun devlette yükseldiğini ve bizzat sultan II. Abdülhamit tarafından evlendirildiğini şaşkınlıkla karşılar.
Üçüncü Bölüm: “İKİ DÜNÜR”
Behçet Bey’in hanımı Atiye hanımın babası, İsmail Molla’nın gençlik arkadaşı ama artık araları bozuk olan Ata Molla’dır. Ata Molla, hayatta tek tutkusu satranç olan damatlarını seçerken dahi satranç sınavına tabi tutan acayip bir adamdır. Satrançla ilgisi ne düzeydedir, bilir miydi, oynar mıydı? Duymadım, bir yerde de okumadım ama Tanpınar'ın Mahur Beste'de satranç motifine böylesine önem atfetmesi ve yer vermesi, herhalde satranç ile hayat arasındaki ilişkinin yahut benzerliğin çokluğuna inandığından olsa gerektir. Molla, evliliğe, Behçet Bey’i hem İsmail Molla’nın oğlu olduğu hem de sünepe biri olarak gördüğü, üstelik satranç da bilmediği için karşı çıkar ama emir büyük yerden olduğu için boynunu büker.
Dördüncü Bölüm : “BEHÇET BEY’İN EVLİLİK YILLARI”
Bu zorunlu ve zoraki evlilik daha ilk gecesinden itibaren hüsranla doludur ama Atiye Hanım, Talat Bey’in hanımı gibi yapmaz, kocasını bırakmaz,
ona acır mı yoksa mahalle baskısının altından kalkamayacağı düşüncesiyle mi yahut başka bir nedenle mi artık neyleyse bu evliliği sürdürmeye karar verir. Atiye Hanım, evliliği sürdürecek olan aşkın yerini tutabilecek başka bir meşgale arar. Behçet Bey için politikayı uygun bulur. Yaşıyorsa Allah selamet versin yıllar önce Pendik’te siyasetle uğraşan Ahmet Hasdemir’in “Siyaset paradan da kadın da tatlıdır, bulaşan vazgeçemez” sözünün tam da sırası geldi. Romanda, olayların akışı ile Mahur Beste’nin ilişkilendirmesi de bu bölümdedir: Kocasıyla değil de kayınpederi İsmail Molla ile sohbetten keyif alan Atiye Hanım’ın kendisini terk etmesinden korkan Behçet Bey, bir akşam sohbetinde Talat Bey ve Mahur Beste konusu açılınca anlatılmasının önüne geçmek için her şeyi dener ama başarılı olamaz.
Neşati’nin “Gittin amma kodun hasret ile canı bile/ İstemem sensiz olan sohbet-i yârânı bile” beytiyle başlayan gazelinin Talat Bey tarafından bestelendiğinden sanırım Huzur’da söz ediliyor.
Atiye Hanımefendi’nin de gideceği, aşık olabileceği bir kişi olarak aynı zamanda akrabası Dr. Refik sahneye çıkartılmış ama nedense yazar da bu kaçışı uygun görmemiş olmalı ki Refik’i zatürreden öldürmüş.
Beşinci Bölüm: “GARİP BİR İHTİLALCİ”
Bu bölümde yazar romanın arka planını öne çıkartıyor. Olay örgüsüyle ilgisi yok gibi görünen Tanzimat dönemi devrimcisi Sabri Hoca bir gün Tanrı misafiri olarak konağa çıkageliyor.Onun  İsmail Molla ile konuşmaları romanın yazılış amacının ipuçlarını taşıyor. Tanzimat ile değişmeye başlayan sosyal ve siyasal hayatımız masaya yatırılıyor. Doğu – Batı sorunu, medeniyet değişikliğinin etkileri, siyasal rejim, sistem sorunları hakkında Tanpınar kendine özgü görüşlerini Sabri Hoca üzerinden dile getiriyor. Tek adam yönetimi yerine meşrutiyeti, cumhuriyeti savunuyor.
Birçok eleştirmen, Mahur Beste’nin otobiyografik özellikler taşıdığından, Behçet Bey’in aslında Tanpınar olduğundan söz ediyor ama bence romanda Tanpınar aranacaksa Sabri Hoca karakterinde aranmalıdır.
Altıncı Bölüm: “HISIM AKRABA ARASINDA”
Bu bölümde Atiye Hanım’ın eniştesi, Behçet Bey’in bacanağı,  Halit Bey’le tanışıyoruz. Önceki bölümlerde adı bile geçmeyen Halit Bey’in bu bölümde ele alınışının temel nedeninin, İstanbul’un gece yaşantısının, gayrımeşru alemlerinin gözler  önüne serilmek olduğunu anlıyoruz.
Yedinci Bölüm: “ESKİ BİR KONAK”
Hısım - akrabalar, Halit Bey’in annesi Buyudil Hanım, süt nineler Adile Hanım, Sıdıka Hanım ve Sıdıka’nın kocası Sırmakeş Nuri Bey sahnede yerlerini alırken onlarla bağlantılı olarak parola ile girilen bir sefahat evinin sahibi Nerkis Hanım, sarraf Agop, Tulumbacı Ali, hikâyenin diğer kahramanları olarak zihnimize kazınıyorlar. O sefahat evinde çıkan yangın da koskoca imparatorluğun baş olan ayaklar altında bir anda birdenbire eriyip elden gittiğini anlatmaya yarayan bir motif olarak dikkat çekiyor.Tanpınar ve akranları iki büyük savaşı görmüş, çoğu doğduğu toprakların özlemiyle yaşamış karabahtlılardır, kim bilir belki de bu yüzden musukide sadece teselli değil hayatın manasını hatta mayasını aramışlardır.
Sekizinci Bölüm: “MAHUR BESTE HAKKINDA BEHÇET BEY’E MEKTUP”
“Hem nerden ve kim benim roman yazdığımı size söyledi? Ben sizin hayatınızı yazıyorum.  Roman ayrı bir şey. Belki daha güç bir iş. Belki de gücümün üstünde kalacak kadar güçtür.” Mahur Beste bildiğiniz gibi bu meraktan doğdu.”
Bu aslında bir iç konuşmadır. Tanpınar, belki de tefrika olarak yayımlandığında romana getirilen eleştirilere karşılık olarak, roman-hayat karşılaştırması yapıyor. Daha sonra da yıllarca devam eden “tamamlanmamış roman” tespitlerinin yersiz olduğunu, “roman bitti, hayat devam ediyor” karşı tespitiyle kendisini eleştirenlere karşı Behçet Bey’i kalkan olarak kullanarak ileri sürüyor. Romanın sanki sipariş üzerine yazıldığı, yolda düzülen denk gibi her şeyin yerli yerinde olmadığının yazar da farkında ki son bölümde kahramanıyla mektuplaşarak kendini de bir roman kahramanı yapıyor.
Romana eklenen böyle bir bölüm -Dünya romanında örneği var mı bilmiyorum - Türk romancılığında bir yeniliktir. Romanı interaktif hale sokuyor;  yazar kendisinin yanı sıra okuyucularını ve dahi kendisinden sonra romanı ve kendisini eleştirecek olanları da romanın kahramanı yapıyor.
Zaman, rüya, müzik yazarımızın diğer romanlarında ve şiirlerinde de ele aldığı kavramlardır ki bu romana başlıktan giriyorlar.
Romanın ithaf edildiği Eyyubi Bekir Ağa’nın  mahur makamında bestelediği “Bir afet-i meh-peyker ile nüktelerim var” şarkısını romanı okuduktan sonra Mesut Cemil Bey’den dinlemenizi tavsiye ederim, internette var.
Tanpınar, Mahur Beste’deki ince nükteleri ve özgün benzetmeleriyle de Türkçe roman dilinin oluşmasına büyük katkılarda bulunmuştur.
Büyük yazar, bu ilk eserinde sonraki eserlerinin de çatısını çatıyor, Sahnenin Dışındakiler ve Huzur bugün Mahur Beste’den ayrı anılmıyor, diğer büyük romanı Saatleri Ayarlama Enstitüsü de bu üçlüye eklemlenebilir, onun ne farkı var ki? 
 
Ahmet Hamdi Tanpınar, Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının gelişmesinde ve modernleşmesinde büyük emeği olan yetkin bir edebiyatçıdır. Sadece edebiyatçı değil, akademisyen (Yeni Türk Edebiyatı Profesörüdür) ve siyasetçi (1942 Seçimlerinde Milletvekili) kimlikleri de taşıyan bir aydındır. Bu yoğun tempo içinde önceleri şiir ve hikâye ile uğraşan Tanpınar, 1942’de milletvekili seçilmiş, ancak üniversitedeki görevine ara verip de kapağı meclise attıktan sonra romana yönelmiştir. İlk romanı 1944 yılında Ülkü dergisinde süreli yayımlanan Mahur Beste’dir. Hacim olarak en küçük romanı olan Mahur Beste, diğer romanlarında da kendini gösterir. Tanpınar ne mahur beste’den ne de Mahur Beste’nin kahramanlarından vazgeçememiştir. Romanın bazı eleştirmenlere hatta öğrencisi Mehmet Kaplan’a dahi dağınık ve teknik yönden kusurlu gelmesi – ben aslında dağınık olduğunu sanmıyorum- eserin bir bütün olarak değil parça parça yazılmasından kaynaklandığını sanıyorum. Büyük yazarımız, öyle meşguldür ki sağlığında romanlarının çoğunu dört başı mamur biçimde düzeltip zevkine göre bastıracak zamanı bulamamıştır.

EK: 13 Şubat 2017 Pazartesi günü Erenköy'deki İşbankası kitap satış mağazasında Cem Dilçin'in Adlar Sözlüğü kitabında mahur sözcüğünün yeni anlamlarını gördüm. 242.sayfasında" mahur:Ar. k.[<mâhûr] 1.Tepe, toprak yığını. 2. Dar ve derin dere. 3. Türk müziğinde bir makam. (Gül- mahur denilen bir çiçeğin adı olup bu makamla bir şey okunurken titrer, sanki raksedermiş.)" yazıyor.   

Romandan aldığım şu cümleler, romanı tanımaya yarayacaktır umarım. 
“Behçet Bey için genç kadın hüviyeti ömrünün biricik tecrübesiyle birkaç kelimede hülasa edilebilirdi: yumuşak bir ten, cazip bir koku, bir yığın süs ve hepsinin arkasında bir o kadar fantezi bir inat…”s.20
“Bir kadın inadıyla mücadele etmek o kadar güç bir şeydi ki…” s.23
“Eski saatlar bakılması, iyileştirilmesi lazım gelen temiz yüzlü, iyi yürekli hastalardı ve kitaplar, iyi ciltlenince, birdenbire gençleşiyor, güzel giyinmiş kadınlara benziyorlardı.” S.24
“Onun (Behçet Bey’in) bütün bu eşyadan istediği şey, hülyasına bir çerçeve olmaları, ona bir firar kapısı açmalarıydı. Tesadüf ettiği şeylere sahip olmayı pek az isterdi. Behçet Bey, bütün ömrünce yerinden kımıldamadan “kaçmak gitmek!” diye çırpınanlardandı. Ömründe bir kere o da Adana’ya kadar bin türlü telaş ve üzüntü içinde şöyle bir gidip gelen bu adamın hayatı, rasladığı eşyanın, insanların, işittiği bir fıkranın, hatırladığı bir adın telkiniyle başlayan seyahatlarla dolu idi.” S.26
“Bildiği şeyler şunlardır: bu kızlar çok güzeldi, bu gül henüz koparılmış kadar taze idi ve o atılır atılmaz yalının penceresinden çınlayan nazlı kahkahada o zaman kadar tatmadığı, bilmediği hazların daveti vardı.” S.27
“Büyük bir okuyucu olan Molla bey için kitap da kadın gibi bir şeydi; yani okunduktan sonra başından atılırdı. Yalnız biri diğeri gibi rahatsız edici olmadığı için –kitap unutulmaya razıdır, fakat kadın razı olmaz- bir köşede kendi kendine durmasında bir mahzur yoktu.  Halbuki Behçet öyle değildi: kitabı okumaktan ziyade onunla meşgul olmasını severdi.” S.38-39
“Zavallı Behçet, bütün ömrünce hiçbir efendilik hissini duymayacak, her tanıdığı şey ona sahip olacaktı.  Hayır, hiçbir sevdiği şeyi, sırf bu sevginin üstüne çıkabilmek, kendisini bu imtihanda muzaffer görmek, bir bağı daha koparmış görmek için olsun fırlatıp atamayacaktı. O, eşyanın ve insanların mutlak bir saltanatı altında küçük, müstebit bir saklanma, her şeye rağmen saklanma duygusunun büklümleri içinde küçük, çok küçük bir şey olarak yaşayacaktı. İşin fenası kendisi de bütün bunların farkındaydı.” S.41
“Her şeyin ve bütün bir hayatın gecikmiş bir ihtilâle doğru gittiği bir alemin ortasında Behçet, yerleşmiş telakkilere, an’ane, tekamül, kanun, keyfi nizam ne olursa olsun, bir nevi tanrılara bakar gibi bakıyordu.” S. 43
“…birdenbire açık pencereden bir odaya girmiş arı gibi sanki küçücük cüssesiyle her tarafı doldurmaya çalışıyordu.” S.43
Ata Molla, kızının Behçet Bey’le evlendirilmesine çok kızmıştı… Üstelik satrançtan da anlamıyordu. Bu da Ata Molla için mühim bir eksikti.” S.60
“Uykusuzluk, bir hülya kurabilen insanlar içindi. Halbuki Behçet Bey, her türlü hülyadan kurtulmuştu… Bütün mahcuplar gibi Behçet bey’in hayatında da aşk biricik rüya idi.” S.70
“Ona (Behçet Bey’e) göre esas olan, zaman dediğimiz şeyi insan ruhunun benimsemesi, bir meyve ısırır gibi kendi izlerini ona kuvvetle geçirmesiydi. Her türlü saadet ve felaket düşüncesinin üstünde bir talihin kendisini tamamlaması lazımdı. Istırap insanoğlu için gündelik ekmek, ölümse sadece bir kaderdi. İkisinden de kaçılmazdı. Asıl dava, derin bir şekilde yaşamak ve kendi kendisini gerçekleştirmek, ölümlü hayata şahsi bir çeşni vermekti.” S.75
“Tabiatları birbirine yakın olmak şartıyla tecrübeli bir ihtiyar için genç bir kadın kadar kim dost olabilirdi?” s.77
“Gene biliyordu ki her ömrü kemiren bir yığın ihtiras, erişmek, ele geçirmek kaygıları hayatı boyunca bu saadeti kendisinden gizlemişti.” S.77
“Mahur Beste, Atiye’nin küçük eniştesi Lütfullah Bey’in babası Talat Bey’in eseriydi. Bir çarkçı yüzbaşısı olan Talat Bey bu eserini karısı kendisini terk ettikten sonra yazmıştı.” S.81
“Madem ki aşkın kapısı onlara kapalıydı o halde başka kapıları açmak lazımdı.” S.82
“Saat tamir etmek, cilt yaldızlamak, kitap kolleksiyonu peşine düşmek hatta kendisine verilmiş bir iş içinde ufak tefek muvaffakiyetler kazanmak, yaşadığı devrin bir erkekten isteyeceği şeyler değildi.” S.83
“…erkek olan insan, sevdiği kadını yakalayıp o zamana kadar ölçmediği, düşünmediği birtakım tepelere taşımalıydı. Sonunda imkansız bir yerde, güçlükle nefes alınan bir uzlette bıraksa bile o yükseklikleri bir kere olsun geçmiş olmanın hazzı yeterdi…”s.83
“Molla Bey bir gün dua ve ibadetten bahsederken ‘istersek bütün ömrümüzü bir dua haline getirebiliriz’ demiş, sonra ‘dua, ruhun Allah’la karşılaşmasıdır. Bunun için de kendi kendisini idrak etmesi yeter’ diye ilave etmişti… Ona (Atiye’ye) göre bu idrak ya aşkta yahut da büyük ve herkesin uğrunda yapılmış bir işin içinde olabilirdi.” S.83
“Çocukluğu onun içinde şefkat ağacının yer etmesine imkan vermemişti.” S.94
“Sevginin, merhametin eşiğini atlayanlar, ıstırabın gömleğini de kendiliğinden giyinirler.” S.96
102-105 sayfalarda Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi analizi yapılıyor.
“Tavandaki renkli Bohemya billurundan küçük avizenin altında genç kadının yüzü olduğundan küçük ve renksiz görünüyordu. O kadar ki dikkat, üzüntü bu yüzü yemiş gibiydi. Bu avizenin, altındakiler kadar imparatorluğun kaderiyle sıkı sıkıya alakalı bir hikayesi vardı… Molla Bey, yemek odasını İngiliz usulü döşettiği zaman bu acı hatırayı oradan kaldırmayı düşünmüş fakat rahmetli ağabeyisi  ‘bırak kalsın, eşyanın da bizde bir hakkı vardır. Bu evde hiç kimse onun kadar yaşamadı’ diye ısrar etmişti.” S.105
“Benim yüzüm, senin yüzün, babalarımızın yüzü. Yani hayatları tam olmayanların yüzü…”s.105
“Şark yok, Şark öldü. Bizler yetimiz. Unutmaktan başka çaremiz yok. Yetimlikten kurtulmak için unutmalıyız.” S.106
“İşte medeniyet dediğin bu konağa benzer. Evvela o sandığın mucizesi vardı. Yani rahmetli büyükannenin hoşuna gidecek şeyleri sen farkına varmadan hazırlayan sevgisi… Hiçbir arız bu cömert feyzi tüketmez . Bağdat bitince Kurtube başlar. O bitince Bursa, İstanbul doğar.” S.107
“Ben Şark’a bağlı değilim, eskiye de bağlı değilim, bu memleketin hayatına bağlıyım. Bu, Müslümanlık mıdır, Şarklık mıdır, Türklük müdür? Bilmiyorum. Yirmi senedir okudum. Otuz sene kadılıklarda, Fetvahanede çalıştım. Bir tek şey anladım: kitapla bu hayatın ayrılığı. Bence ne Şark, ne şu, ne bu vardır; etrafımızda gördüğümüz hayat vardır… daima değişen, değiştikçe bizi değiştiren bir şeydir.” S.108
“Şark öldü diyorsun. Ahmet Ağa öldü gibi bir şey bu. Zaten Şark nedir? Bir kelime… kelimeler varsın ölsün. Asıl yaşaması lazım gelen ölmez. O bizim hayatımızdır, o değişir... Fakat ne kadar değişirsek değişelim yapacağımız her yeni şeyde bu memleketin kendisinden gelen bir damga olacaktır. Onu doğuracak olan bir anadır.” S.111
“Kesif yaşanmış hayatın içinde fani ömür siliniyorbaşka bir şey oluyor. Bir cami, bir kahve, bir pazaryeri, köprübaşı, bir düğün alayı, hele her cinsinden musiki beni ölümden kurtarıyor gibi geliyor bana…” s.111
“Ümmet hayatı dağılıp toplanan bir şeydir. Her dağılışın arkasından bir toplanış gelir.” S.112
“Avrupa’da fırka, hükümet şekli davaları, iktisadi, içtimai bir yığın çetrefil ve her an gelişen meselelerin etrafında dönüyor. Bizde ise sadece bir nazariye…Memleketimizin insanını şişeden çıkarıyorlar, ‘git yaşa, bir şeyler yap, icap ederse öl’ diyorlar. Açık havada ölmek cam arkasında boğulmaktan iyidir.” S.113
“… bugünden uzak, asıldığı yerde unutulmuş bir takvim gibi sadece geçmiş bir zamandınız. Adeta yıllarca kurulmamış bir saate benziyordunuz… Behçet Bey, herkes gibi maddesiyle gezinen bir insan olduğunuz halde bir rüyaya benziyorsunuz.” S.169
“…öyle ilk sandığım gibi tek bir zaman parçası değildiniz.” S.171
“Musiki, başka kültürlerde romanın, resmin, tiyatronun iştirakiyle yaptığı tesiri bizde tek başına, iyi kötü kendi hamlesiyle yapıyordu.” S.174

“Hayat, kimsenin etrafında dönmez, herkesle beraber yürür.” S.175

17 Ocak 2017 Salı

SOLJENITSIN'İN İKİ NOVELLASI: KREÇETOVKA İSTASYONUNDA BİR OLAY & MATRİYONA’NIN EVİ



Alev Alatlı, Gogol'ün İzinde adlı üçlemesinin birinde "Soljenitsin okuyacaksan, önce bir üstüne başına çeki düzen vereceksin, kitabın başına pijamayla falan oturmayacaksın, öyle 'yaaa biraz kitap okuyayım' diye kitabın başına oturulmaz, ilk önce yazara saygını göstereceksin" diyerek kendisinden saygıyla bahseder.
Kreçetovka İstasyonunda Bir Olay – Matriyona’nın Evi, Aleksander Soljenitsin’in iki novellasının bir araya getirilmesiyle oluşan kitabı. Dünya’ya adını Gulag Takım Adaları romanıyla duyuran büyük Rus romancısı Aleksander Soljenitsin’in bu küçük kitabını ideolojik saplantılardan uzak olması ihtimaliyle yazarın edebi yönünü değerlendirmek amacıyla seçtim.
Gerçekten de Soljenitsin, edebiyatçılığından, romancılığından çok Stalin karşıtlığıyla, Sovyet rejimi muhalifliğiyle tartışılıyor. Onun ilk romanı İvan Denisoviç’in Bir Günü’nü kırk yıl kadar önce okumuştum. Sovyetizmin eleştirisi olarak öne çıktığı için edebi yönü değil de ideolojik yönüyle beğenmiş yahut beğenmemiştik. Soljenitsin, Sovyet rejimini açıktan eleştiren bir edebiyatçı, hatta ona 1970’te Nobel Edebiyat Ödülü’nün kendisine bu özelliği nedeniyle verildiği ileri sürülmüştür. Stalin döneminde sürgün edilmiş, Kruşçev döneminde affedilmiş ve romanlarının basılmasına izin verilmiş, Brejnev döneminde tekrar gözden düşüp yasaklanmış, 1974’te vatandaşlıktan çıkartılmış, Gorbaçov döneminde yurduna yeniden dönmüş, Yeltsin döneminde bir gözden düşüş daha yaşamış ancak ömrünün son yıllarında Putin’den saygı görmüş, akıl danışılan bir kişi olarak yaşama veda etmiş. Tabii ki bu yükselişler ve alçalışlar onun siyasi ve ideolojik duruşuyla ilgili, biz ise onun edebiyatçı yönü üzerinde durmak istiyoruz. Birçok eleştirmen onu Dostoyevski ve Tolstoy’un tarzlarını başarılı bir biçimde yirminci yüzyıla taşıyan romancı olarak değerlendiriyor. Bana kalırsa özellikle bu hikâyelerinde olayı ele alış tarzı ve olay yerini ayrıntılı olarak anlatımıyla Tolstoy’u daha çok andırıyor. Tolstoy da kısa öykülerinde titiz bir olay yeri gözlemcisi gibi bütün dekoru ayrıntılı olarak anlatır. Bunlar helikopterli yazarlar; okuyucuyu bir helikoptere bindiriyorlar olay yerine götürüyorlar ve havadan olayı izlettiriyorlar. Fransız romanlarında Balzac’tan yadigar olarak göze çarpan sıkıcı uzun tasvirler yerine yer betimlemeleri kişi betimlemeleriyle harmanlanarak veriliyor,  böylece hareketli, yürüyen tasvir ortaya çıkıyor. Anlatılanlar hayatın doğal akışına uygun, manzara oldukça doğal, keskin renklerden kaçınıyorlar, gerilimden uzak duruyorlar. Anlatılan olay/lar bizim de tanık olduğumuz olabileceğimiz cinsten, çok yükseltilmiş kahramanlar yahut yerin dibine batırılmış tipler yok, daha çok kader kurbanları kaderleri ve kederleri ile yaşıyorlar ve ölüyorlar. Ancak arka planda evrensel ahlak değerleri, iyilik, doğruluk, vatan sevgisi, yardımseverlik, özveri ve ulusal değerler, kanaatkâr Sibirya köylüsünün orta direğini oluşturduğu Rus kültürünün ortalama renkleri, desenleri bu novellaların özelliği olarak öne çıkıyor. Yer yer kinayeli sözler sezilse de (Stalin için Büyük Öğretmen ve aşağılama aynı cümlede verilmiş, Lenin’in eseri yok olursa eğer / Artı bir sebep kalmaz yaşamaya…)  öyle fazla mecaza boğmadan gerçekçi ve yalın bir anlatım okuyanı yormayan bir dil de üslup ve biçim özelliği olarak yansıyor. 
Kreçetovka İstasyonunda Bir Olay’da İkinci Dünya Savaşı sırasında cephe gerisinde bir tren istasyonunda görevli genç subay ve diğer çalışanlar objektif olarak anlatılıyor. Teğmen Zotov, istasyon komutanı olarak öne çıkıyor ama diğer kişiler, Dyaçihin, Podşebyakina, Valya, Frosya Teyze, Gavrila Nikitiç, Kordubaylo, Polina, Çavuş Dıgin, Gaydukov, Çkalov, Çiçişev, Samorukov, gözümden kaçan varsa diğerleri buz dolabı magneti gibi yapıştırılmaz hikâyenin duvarına, onların amam aman özellikleri yok, rolleri de önemli değil.  Birde ortaya çıkıveren Tveritinov ile ilgili olay; Treni kaçıran ve aktör olduğunu söyleyen bu adama Teğmen Zotov, ilkin yardım etmek istiyor ancak sonra gerekçesiz, dayanaksız ondan kuşku duyuyor, casus olabileceğini düşünüyor ve onu tutuklatıp Hareket Merkezi’ne sorgulamaya gönderiyor, sonra onu merak ediyor, sorgulamanın sonunu merak ediyor, yeni bir kuşku kaplıyor içini: ya casus değilse… Ve olay birden beklenmedik biçimde bitiyor. Gerçekten aktör Tveritinov’a ne oldu, merak içinde kaldık.
Öykünün girişi bugün için modası geçmiş telefon konuşması tekniğiyle başlıyor, sonucu da olay tamamlanmadan bitiyor, örülmeyen, ucu açık bırakılan ipler gibi.
Matriyona’nın Evi, içinde iyilik, yardımseverlik olan güzel bir hikâye. Bir Matematik öğretmeni Ignatic,sürgün cezasından sonra hala temiz kaldığı umuduyla bir Rus köyünde öğretmenlik yapıyor - Soljenitsin de matematik öğretmeni olarak çalışmış, gerçi askerlik de yapmış tam da ilk öyküdeki olayın geçtiği II. Dünya Savaşı yıllarında  bu nedenle her iki öykünün otobiyografik olması yüksek ihtimal- yine sanki bir helikopterdeyiz okur olarak, kuş uçmaz kervan geçmez bir köye tayin edilmesini isteyen idealist bir öğretmen, kendisine gösterilen kiralık evler arasında, kadın ona iyi hizmet edemeyeceğini söylemesine rağmen maddi olarak katkıda bulunmak düşüncesiyle belki de yoksul Matriyona’nınkini seçiyor. Kadının nasıl yoksul ve dul kaldığı, yakın akrabalarının o küçücük evinden miras kapabilmek için kadıncağızın ölümünü nasıl da beklediklerini seyrediyoruz duru, açık bir anlatım gözetiminde. Bir kış günü feci bir kazada ölüyor Matriyona, kurtuluyor, insafsız dünyanın kötülüklerinden, okura ağız dolusu acıma duygusu bırakarak. Yakın akrabaları ise o yoksul ve küçük evi parçalayıp pay ediyorlar, guguk kuşları gibi.
Özellikle Matriyona’nın Evi, anlatımda kazanılmış ustalıkla, büyük romancının doğumunu müjdeleyen bir metin olarak görülebilir.
Yaşadıkları düşünülünce doksan yaşını bulmuş olması başlı başına bir mucizedir. Yakınları “Saşa’yı yaşatan sorumluluk duygusudur” derlerdi. Kendi de bir konuşmasında, “ölenler göreve çağırıyorlar,” demişti, “milyonlarca ölü... Her gün, her birisi göreve çağırıyor, onlar ölü,  sen yaşıyorsun, görevini yap. Dünya olan biten her şeyi öğrenmeli. Ölülere görev borcun var, görevini yap.” Zamana karşı yarışıyordu: “Bitirmeyi plânladığım işleri yaşam beklentimle ucu ucuna getirmeye çalışıyorum.” korkarım ki, insanlığın son “kâhin-yazar”ıdır. Bir daha onun gibisi asla gelmeyecek.”
Alev Alatlı onun için böyle demiş ama Dünya’ya daha nice Soljenitsinler gelir
Müthiş bir gözlem yeteneği, olağanüstü hafıza, deneyimlerini hızla yazıya dökmek becerisi ve tutkunun bileşimi, Soljenitsin’i siperde, hasta yatağında, muharebenin ortalık yerinde yazmaya, tarihe kayıt düşmeye yönelten dürtülerdi.(A.Alatlı)
Büyük yazarın, büyüklüğü elbette Sovyet rejimi içinde doğup yetişmesine rağmen antikomünist, cesur çıkışlarına ve muhalif aydın kişiliğine dayanır, Özellikle Gulag Takım Adaları komünizmi içerden yıkan top eser olarak anılır. Düşünceleri uğruna tutuklanmayı hatta ölmeyi göze alanlar ancak rejimleri, sistemleri, dünyayı değiştirebilirler. 
"Ele geçirerek değil, ele geçirmeyi redderek mutluluğa ulaşabiliriz."
“Günlük yaşayışın anlamının yalnız yemede içmede bulunmadığını hayat bana öğretti.” Matriyona’nın Evi
“Dünyada iki sır vardır kızım, biri nasıl doğduğumuz, öteki ne zaman öleceğimiz.” Matriyona’nın Evi

Aleksander Soljenitsin eserleri:
İvan Denisoviç'in Yaşamında Biɾ Gün (1962)
Nedenin İyiliği İςin (1962)
Кanseɾ Koğuşu (1968)
İlk ÇemЬeɾ (1968)
Aşk Kızı ve Masum (1969)
Ağustos 1914 (1971)
Gulag Aɾchipelago, 3 cilt (1973-1978)
Pɾusya Geceleɾi (1974)
Aleksandɾ İsaevich Soljenitsin, Sovyet Lideɾleɾine Biɾ Mektup, Collins: Haɾvill Pɾess (1974)
Meşe ve Dana (1975)
Lenin Züɾih'te (1975)
Ölümcül Tehlike: Sovyet Rusya ve Ameɾika'ya Tehditleɾ Konusundaki Yanlış Кavɾamlaɾ (1980)
Кasım 1916 (1983)
Zafeɾ Kutlamalaɾı (1983)
Mahkumlaɾ (1983)
Rusya'yı Yeniden İnşa Etmek (1990)
Maɾt 1917 (1995)
Nisan 1917 (1995)
Rus Soɾunu (1995)
Göɾünmez Müttefikleɾ (1997)
200 Yıl HepЬeɾaЬeɾ: 1772'den İtibaɾen Rus-Yahudi İlişkileɾi Üzeɾine (2003)
kaynak: wikipedia


8 Ocak 2017 Pazar

İki Arada Bir Derede Kalanların Romanı: KÖR BAYKUŞ / Sadık HİDAYET


Bu dar hacimli metni iki kere okudum, ilkinde hiçbir şey anlamadığımı itiraf edeyim. Nedendir bilmem, öyle ki kalemdanlara baykuş resmi çizen bir ressamdan başka  ne bir olay ne bir kişi ne bir fikir kırıntısı kaldı aklımda. Kitap aslında benim gibi ne yapacağını bilemeyen okur için yol gösterici önsöz (Türkçede İran Edebiyatı ve Doğumunun 75. Yılında Sadık Hidayet / Behçet Necatigil,Çevirmen), sonsöz (Sadık Hidayet’in Biyografyası / Bozorg Alevi, Hidayet’in yakın arkadaşı) ve sözlük (Çevirmen mi Editör mü bir başkası mı hazırlamış, belirtilmemiş) ekleriyle yayımlanmış, ayrıca kitabın yayımlanma  serüvenini anlatan arka kapak yazısı da çok doyurucu ama yine de altı çizilesi bir cümleye dahi rastlayamamayı ilk okumam için talihsizlik olarak değerlendirmiş ve çokça da kendimi suçlamıştım. Okuyorum ama anlayamıyorum, bakıyorum ama göremiyorum; bu düpedüz bir körlük başlangıcı. Bu sefer, Tuzla Thyke-14 Grubundaki arkadaşlarımın ısrarı ve benim önerimle Ocak 2017 kitabı olarak Kör Baykuş’u seçtik. İkinci okumamı daha dikkatli yaptım:
İkinci sayfada çok çarpıcı bir cümle: “Şimdi yazmaya karar vermişsem bunun tek nedeni kendimi gölgeme tanıtmak isteğidir.” Geriye döne döne okudum. 74 sayfa ama çok yoğun, çok ağır bir metin. Baştan sona alegorik, hatta Divan edebiyatına İran edebiyatından geçen Sebk-i Hindi (alegori içinde alegori, bir sözcüğü çok anlamlı, girift ve karmaşık anlamlı olarak kullanma sanatı) özellikli olduğu kanısına vardım. Felsefi bir roman. Yazarın “duvardan doğru eğilmiş, yazdıklarını oburca yutmak, yok etmek isteyen gölgesi”nin belki yazarın dostları, yakın arkadaşları, belki diğer insanlar, hatta Tanrı olabileceğini –örnekleri artırabiliriz- düşündüm. Yazarın kendisi mi tam bilemediğimiz –adı olmadığı için otobiyografik olma ihtimali yüksek- bir anlatıcı var başkişi olarak. Başkişi insan ama aynı zamanda, yansıyan olarak Dünya, Doğa, Evren, İnsanlık, Tanrı olarak da düşünülebilir.  Diğer kişiler: Yazarın evlendiği, ona daha çok bir melek gibi görünen bir kadın. Bu kadın da birçok anlamlara gelebilir: Kahpe ve Felek yakıştırmaları Tanrı sembolüne kadar götürebilir onu. “O bir çift gözü gördükten sonra, onları gördükten sonra her işin her hareketin anlamı değeri silindi gözümden” diyor anlatıcı, okura yol gösteriyor; aşk, dünyayı başka başka gösterir aşığa. “Benim gözümde bir kadındı o, insanüstü bir yaratık bir yandan da.” “Bir bakışı yeterdi; felsefenin bütün müşküllerini, teolojinin bütün muammalarını çözmeme yeterdi.” Ressamın çizdiği resimdeki ihtiyar, kambur, Hint fakirine benzeyen adam, kitabın sonunda diğer kahramanlar gibi anlatıcıyla özdeşleşiyor ama dünyanın zorlukları, yaşamak için yapmak zorunda olduğumuz işler, zorunluluklar vb. Dünya’yı kanlı savaş ortamlarına sürükleyen düşman devletler, sevgilimize göz koyan rakipler… Hiç görünmeyen ancak sözü edilen amca ve amca sandığı başka biri, bunlar anlatıcının sıkıntılarından habersiz yaşayan -yoksa ölen mi - avam, halk... ticaret ve kaptanlık yapıyorlar."Her neyse ihtiyar ve kambur biriydi amcam.” Karakter geçişleri başladı. “Bir dev aynasında benim portremdi sanki.”
Arabacı ihtiyar, bu da diğer ihtiyarlar gibi bir ihtiyar. Her şeyi biliyor, her işi yapıyor: Hamal, mezar kazıcı, arabacı…
Dünya’yı, şehveti, devleti, kuvveti temsil eden kasap. Ressamın saatlerce, günlerce, aylarca penceresinden seyrettiği, bir kemerin altında oturan, sütannesinin çömlekçiymiş dediği, hurdacı,  acayip ihtiyar da kaderi, büyük melekleri…aklıma getirdi.
Kendisini de büyüten kadına olan bağlılığı, o kadının kızı olan kadınla evliliğe götürüyor kahramanımızı. Burası tam bir alegoriler denizi. Kayıkta kahpe yazıyor kader yerine. Ama evlilikte birleşme yok, erkek çok istekli ama kadın (kahpe) mazeretli. Binbir Gece Masallarında, Doğu kültüründe, Yusuf ile Züleyha’da, Leyla ile Mecnun’da vd. de istemeden yapılan işleri, sahte aşkları anlatmak için  aynı motif var. “Sanki çok eski insanların, bu gibi masalların aracılığıyla sonraki kuşaklara geçmiş o hareketleri, düşünceleri, arzu ve adetleri; bizim hayatımızın gereklerindendir.”
Karısının küçük kardeşi, kayınbiraderiyle sapık ilişkisi, tarihin derinliklerinden koparılan Lut hikayelerinin günümüzde de yaşandığını mı anlatıyor? Aynı konuyu Thomas Mann, Venedik’te Ölüm’de işliyor. O Yunan mitolojine bağlıyor sorunun kaynağını, Hidayet, kutsal kitaplara. Tanrı’dan kaçış yahut şirk, isyan. Şahcan kim, karısı mı, karısının annesi mi, kayınbiraderi mi yahut ne fark eder? Şahcan, sevgi, samimiyet belirten ve çok kullanılan bir kız adı imiş oralarda.
 Dadı var bir de romanda, bir çocuğa bakar gibi kahramanımıza bakan. İyiliği, yardımseverliği, insanlığı temsil ediyor. Bir sürü sarhoş polisler de herhalde, eğlenceyi, arzu ve tutkuların aşırılığını, kötülüğü...   Belirli bir örgü içinde anlatılmadığı için olaylar aklımızda kalmıyor diye de düşünmüyor değilim. Gerçek ile hayalin, uyanıklık ile rüyanın iç içe anlatıldığı romanda olay,  bir yorumcu tarafından şöyle özetlenmiş, fazlası var noksanı yok:
“Başkarakterimiz kendini gölgesine tanıtma ihtiyacıyla anlatmaya başlar. Kendini toplumdan soyutlamış bir adamdır. Bütün gün kalemdanlar yapmaktadır. Bir gün evine kendini amcası olarak tanıtan bir ihtiyar gelir. İhtiyar kambur, başına Hind şalı sarmış ve üzerine eski sarı bir aba almıştır. Bu ihtiyar tasvirini kitap boyunca farklı karakterler olarak görmeye devam edeceğiz. Yeri geldiğinde servinin gündüzsefası uzattığı biri, yeri geldiğinde bir arabacı. Hikayeye geri dönecek olursak ihtiyar eve gelir ve bir köşeye oturur. Baş karakterimiz onu iyi ağırlamak istediği için evinde kalan tek şeyi yani raftaki eski şarabı almaya gider. Tam şarabı aldığında pencerenin ötesinde siyah entarili bir servi görür. Servi yerde oturan kambur bir ihtiyara mavi bir gündüzsefası uzatmaktadır. Bu sahne onun ruhunda büyük bir değişikliğe neden olur. Kendine geldiğinde amcası olan ihtiyar gitmiştir. Şişeyi yerine koymak için karakterimiz yine rafa geldiğinde bu sefer pencereyi kaybolmuş olarak görür. Sanki hiç var olmamış gibidir. Sanki zihni ona oyunlar oynuyordur. Bir gün akşam yürüyüşünden sonra eve geldiğinde siyah elbiseli o kızı karyolasına uzanmış olarak bulur. Gidip kızın nefes alıp almadığına bakar. Kız ölmüştür. Onun güzelliğini resmetmek ister. Çizmeye başlar ama bir şey eksiktir. Kızın gözlerini de resmetmesi gerekiyordur o anda kızın gözleri bir anlığına açılır. Bu belki de karakterin zihninin ona oynadığı bir oyundur. Gözlerine kısa bir saniye onu kâğıda aktarmasına yeterlidir. Kız gelip ona ruhunu ve tenini teslim etmiştir bu yüzden onun mezarını kimsenin görmesine izin veremezdir. Onu parçalara ayırır ve bir bavula koyar. Dışarı çıktığında ihtiyar kambur bir adam ona yardım edebileceğini söyler. Onu ıssız mavi gündüzsefalarıyla dolu bir yere getirip bir mezar kazar. Karakterimiz bavulu gömüp üstünü kimse bulamayacağı şekilde kapar ve evine döner.” (Eda Yılmaz / Kör Baykuş Tanıtımı)
Romanda zaman kavramı da belirli değil. Geçmiş zaman şimdi zaman birbirinin içine geçmiş. Masalsı bir hava veriyor bu da metine.
Romanda kullanılan her nesne adının, Fars kültüründe, İran mitolojisinde bir anlamı olduğunu düşünüyorum. Servi ağacı laf olsun diye seçilmemiş mesela: Eski Yunan’dan İslam dünyasına da geçen bir inanışa göre  servi ağacı lambaya benzer ve bu dünyanın aydınlığından kabrin karanlığına düşen ölünün yolunu aydınlatsın diye  mezarlıklara dikilir. Kahramanımız acılarını unutmak için kendini şaraba ve afyona kaptırıyor. Şarap, aşkı meşki; afyon yok oluşu çağrıştırıyor.
Olaylar, Rey kentinde geçiyor, Dünyanın Gelini dedikleri kentte. Diğer nesneler için de birçok açıklama yapılmış kitabın sonunda. Mekan olarak da bir kulübeden söz ediyor anlatıcı ama orası aslında bir mezar.
Romanın dil ve anlatımı çok çarpıcı, çok sarsıcı. Şiirsel. Öyle bir konudan söz ediyor ki başlarken anlatıcı, kimselere anlatılamayacak bir insanlık yarasını deştiğini söylüyor. Kafkavari cümlelerle dolu metin. .“Kapılar ve pencereler bu dünyaya kapatıldı mı yine de yer yer güzelim bir var oluşun görüntüsü hatta başlangıcı sayılabilir.”  Bu cümle Kör Baykuş’tan değil, Kafka’dan. İkisi de çöküş yazarı.  Rüya ile gerçek arasında gidip geliyor. Kadını görüyor (rüyada mı gerçekte mi belli değil) dokunmak istiyor, ya kayboluyor kadın ya ölüyor. Testi bile ceset olup gögsüne baskı yapıyor. Ürpertici bir anlatım. Romanın yazıldığı dönem I. Dünya Savaşı sonrası, büyük savaşın etkilemediği ülke ve insan yok denebilir. Bir de Batı’yı gören Doğulu aydınların “Neden geri kaldık?” yarası var ki bireysel korkuların üzerine tuz biber ekiyor. Ziya Paşa’nın, Namık Kemal’in, Mehmet Akif’in, Kemal Tahir’in, Tanpınar’ın, Oğuz Atay’ın içini kavuran büyük yara. Bir yorumcunun dediği gibi: “Bunu kapalı ve toplumsal bir bilincin içinde yer alıp mekanik ve seküler Batı toplumunu tanıma imkânı bulmuş bir yazarın gelgitleri olarak anlayabiliriz.” Sadık Hidayet ikinci büyük savaşı kaldıramamış, daha önce denediği kendini yok etme eylemini kararlı bir şekilde uygulamış. Bireysel olarak yazarın savaşı, toplumsal kadere, Tanrı’ya isyana kadar gidiyor. Kafka’da varoluşçuluk olarak görülen düşünce yoğunlaşması Sadık Hidayet’te yok oluş olarak patlıyor. İki büyük savaşın, ümitsizliğe, karamsarlığa, korkuya sürüklediği Hidayet çıkış yolunu üç yüz senedir yalpalayan Doğu aydınları gibi kah Batı medeniyetinde kah gelenekte arıyor. Ömer Hayyam onun için iyi bir liman ama Hidayet, limana bağlanacak durağanlıktansa azgın dalgalarla boğuşmayı yeğliyor, coşkun, cesur ve bilinçli.Hayyam'ın iki rubaisiyle bu görüşümü örnekleyeyim:
“Tanrı gönlünce yaratır da her şeyi
Neden ölüme mahkum eder hepsini
Yaptığı güzelse neden kırar atar
Çirkinse suçu kim kime yüklemeli?”

“Felek ne cömert şu aşağılık insanlara
Han hamam dolap değirmen hep onlara
Kendini satmayan adama ekmek yok
Sen gel de yuh çekme böyle dünyaya!”

Alegorik ve gerçeküstü anlatımıyla Kafka’yı andıran Hidayet’in romanı okura bıraktığı etki ile Göthe’nin Genç Verter’in Acıları’na benziyor. Onu da okuyan birçok insan intihar etmiş. İran devleti o gün de bu gün de intihara neden oluyor diye mi yasaklıyor bu romanı bilmiyorum ama konusu kavrandıktan sonra romanın adından dolayı dahi yasaklamış olabilirler. Hem kör hem baykuş, uğursuzluk demektir ve kime Kör Baykuş denildiği de az çok anlaşılıyor. Her şey bir tek ve aynı şey ise, okçu attığı ok ile kendini vuruyor. Bizde de Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı aydın ıstırabını yansıtması yönüyle Kör Baykuş’un yanına gidiyor.
Kitaptan seçtiğim cümleler:
“Ben başka türlüsünü değil ancak zehirlenmiş bir hayatı yaşayabilirdim.” S.26
 “Eski minyatürlerdeki rumuzları kolaylıkla çözebilir, çetin felsefe kitaplarındaki sırlara biçim ve türlerdeki ezeli aptallıklara erişebilirdim. Çünkü o anda yeryüzünün gökyüzünün dönüşüne, bitkilerin büyümelerine, canlıların devinimlerine  katılmıştım, ortaktım onlara. Geçmiş, gelecek, yakın uzak,  his hayatımla eş ve ortak olmuşlardı.” S.27
“Hepsi birbirinin kopyası tatsız, ruhsuz resimleri boyayan ben şaheser olacak ne çizebilirdim?” s.27
“Ne kadar muhtasar ve sade olursa olsun bir resim etkili olmalı, canlı olmalıdır.” S.27
“Parmak uçlarına basa basa çekip gidiyordu gece.” S.29
“Duvarlarda ne vardı ki ta kalbine kadar üşütüyor, ürpertiyordu insanı.” S.31
“Herkes beni terk etmişti, cansız varlıklara sığınıyordum.” S.34
“Bulutların gerisinden yıldızlar, siyah pıhtı kanlarda beliren parıltılı gözlerin bebekleri gibi yeryüzünü seyrediyorlardı.” S.35
“Kendimden kaçmak istiyordum.” S.36
“Kendimi bütün ruhumla unutmanın uykusuna bırakmak istiyordum.”s.38
“…bir mürekkep damlasında, bir musiki ahenginde ya da renkli bir ışında erir giderdim ve sonunda dalgalar ve şekiller öyle büyürlerdi ki hissedilmezin içinde silinir yok olurlardı.” S.38
“Ben bir başka, çok eski bir dünyaya doğmuştum.” S.38
“Ben hep, dünyada susmaktan daha iyi bir şey yoktur, Butimar (Su içmeyen kuş) gibi olan insan daha iyi insandır diye düşünürdüm.” S.39
“…ne malım var kadıya yedirecek ne dinim var şeytana verecek.” S.39
“Nereye baksam çoğalmış gölgelerimi görüyorum.” S.40
“Hayat baştan başa kıssadır, hikayedir.” S.41
“Dünün bir olayı bana bin yıl öncesinin bir olayından daha eski, daha önemsiz geliyor.” S.41
“Kasabın mesleğinden pek memnun olduğunu köpek de bilir.” S.43
“Dünyanın bütün ilişkileri yüzünde toplanmıştı.” S.47
“…kadın tavlama işini karımın aşıklarından öğrenmek istiyordum.” S.49
“Gözlerimde ölümün gölgesini görmüştüm.” S.50
“…mezarda olan için zaman anlamını kaybeder.” S.52
“Dağılan, çözülen bir kitleydim ben.” S.53
“Dünya ıssız yaslı bir ev gibi görünüyordu gözüme.” S.56
“Rüyaların kesik kopuk, anlaşılmaz sözleri gibi şırıldıyordu su.” S.57
“Duymuştum: İnsan, gölgesini duvarda başsız görürse hemen o yıl ölürmüş.” S.58
“Öyle uzak, silinmiş sönmüştü ki ben geceki rüyayı sanki yıllar önce, çocukluğumda görmüştüm.” S.60
“Ben çoğu zaman, unutmak, kendimden kaçmak için hatırlıyorum çocukluğumu.” S.61
“…ölümden korkuyordu, güz gelince evlere sığınan sinekler gibi.” S.61
“bazı kimselerin ölümle savaşı daha yirmisinde başlar; birçokları da yağı bitmiş lambalar gibi sessiz, yavaş, ecelleriyle sönerler.” S.61
“…bendeki bu utanma ve haya duygusunun kökeni de sadece şehvettir.” S.63
“bana öğrettikleri dualar, ölüm korkusu karşısında etkisizdiler.” S.64
“İçimde müphem bir arzu: Bir deprem olsa da bir yıldırım düşe de sakin, pırıl pırıl bir dünyaya yeniden doğsam.” S.66
“…öldüm mü upuzun parmaklarım olsun istiyordum.” S.69
“Tek tesellim ölümden sonra hiçlik ümidiydi.” S.70
“Ben ki henüz yaşadığım dünyaya bile alışamamışım, bir başka dünya neyime yarardı benim?” s.70
“Tanrı bir sonradan görme miydi ki dünyalarını ille de göstermek istesin bana?” s.70
“Yalnızlık ve inziva sonsuz, koyu yoğun gecelere benziyordu.” S.70
“Yalnız ölüm yalan söylemez.” S.70
“hayat, soğuk kayıtsız, herkesin maskelerini çeker alır zamanla; maskeleri de hani çoktur herkesin. Fakat bazıları hep aynı maskeyi kullanırlar, ister istemez kirlenir, yıpranır bu maske.” S.72
“Korkuyla görüyordum: karım büyümüş, akıllanmış, bense çocuk kalmıştım.”s.77
“Kaç dakika, kaç saat hatta kaç yüzyıl geçti bilmiyorum.” S.77
“Bir Tanrı olmuştum, Tanrıdan da büyüktüm, çünkü içimde sonsuz, ebedi bir ırmağın aktığını hissediyordum.” S.78
“İnsanoğlunun bütün acılarını, sevinçlerini ve aşklarını kendimde hissetmem için bana belki de bir an yetmişti.” S.78
“Kur’an okuyan ihtiyarın, kasabın, karımın maskelerini kendi yüzümde görüyordum.” S.79
“Nedir şk? O aşağılık kimseler için bir edepsizlik, geçici adi bir zevk, bir eğlence.” S.80
“Gölgem çok çok güçlüydü, belirgindi gerçek cismimden.” S.84
“Duvardaki gölgem tıpkı bir baykuş gölgesiydi.”s.84
“…aşk ve kin aynı şeydiler.” S.85

KİMDİR?
Sadık Hidayet’in kim olduğuna dair beğendiğim bir yazıyı internetten buraya alıyorum.(Kaynak: Burcu Aktaş Arşivi, Dünya Hep Ona Dokundu)
Bu hassas adam, bu yalan dünyaya 17 Şubat 1903'te Tahran'da gözlerini açar. Doğduğunda İran'da Meşrutiyet Devrimi'nin başlamasına iki yıl vardır. Batılılaşma sürecine girilen bir dönemde büyür. Kuzey İran'dan gelmiş soylu bir ailenin oğlu olan Hidâyet, kendi hâlinde içine kapanık bir çocuktur. Batılı bir eğitim alır ve Saint Louis Akademisi'ne yazılır. Yirmi yaşına geldiğinde babasının evindeki odasına sırtını döner ve ailesiyle bağlarını koparır. Ailesininkinden başka bir sosyal yaşımı tercih eder. Böylelikle ailenin koruyucu kabuğunu kendi isteğiyle reddetmiş olur. Yirmi yaşındayken ilk kitabı Rubaiyyât-ı Hakîm Ömer Hâyyam'ı (Filozof Ömer Hayyam'ın Rubaileri) yayımlar. 1925-26 yılında Saint Louis Akademisi'ni bitirdiğinde, Rıza Şah tarafından bir grup öğrenciyle birlikte Avrupa'ya gönderilir. Önce müdendislik, sonra diş hekimliği okumaya kalkar. Ama kendini gezip görmekten ve yazmaktan alıkoyamaz. Yazmaya adar naçizane ömrünü. Efsanevi eseriKör Baykuş'ta yazacağı gibi: "... beni bu oda köşesinde tümörler gibi, kanserler gibi azar azar yemiş bitirmiş dertlerimi kâğıda geçirmek istiyorum..." der adeta. Avrupa'da geçirdiği yıllar boyunca hayat ve ölüm sorunları üzerine çalışır. 1927'de Vejetaryenliğin Yararları adlı kitabı yayımlanır. Hidâyet, iflah olmaz bir vejetaryendir. Çocukken bir bayramda kurbanı kesilirken görür ve hayatı boyunca ağızına bir daha et koymaz. Hidâyet, 1927'de Tahran'a döner. 1936 yılına kadar birçok kitabı yayımlanır (Diri Gömülen, Üç Damla Kan, Alacakaranlık, Hayyam'ın Terâneleri, Aleviye Hanım, Isfahan: Yarım Cihan) ve aynı yıl Hindistan'a gider. İşte başyapıtı ve unutulmaz eseri Kör Baykuş'u da burada yayımlar. İran'a döndüğünde ortalık iyice karışmıştır. Her şey daha da kötüye gitmektedir. Ömrü boyunca İran'ın yaşadığı değişimlere tanık olan, İran ile birlikte altüst olan Hidâyet, gitgide karamsarlaşır ve alegorik bir tarz seçerek yazmaya devam eder. İşte tüm bunlardan Aylak Köpek doğar. Birkaç yıl sonraysa Hacı Aga ile tam anlamda gerçekçi, sert ve saldırgan bir noktaya ulaşır yazınında. Ömrünün son yıllarını ise Kafka'nın ve Avrupalı başka yazarların kitapların çevirmekle geçirir. 1950 yılının sonlarına doğru İran'dan ayrılır ve Paris'e gider. Gidişinden dört ay sonra da intihar eder. 

İran toplumu çöktükçe Sâdık Hidâyet de sarsıldı. 20. yüzyıl başlarında İran'ın yaşadığı Doğu-Batı ikilemini o da yaşadı. Onun yaşamı ve kişiselliği toplumdan bağımsız değildi. Bundan dolayı, okunduğunda şaşkınlıkla karşılanacak, okuyanı yerine mıhlayacak ya da zamansız ve mekânsız bir âleme götürecek kitaplar yazdı. Ölüm üzerine bu kadar çok yazması, ona methiyeler düzmesi, kitaplarının kahramanlarını ve onu başka bir âleme yakınlaştıran yegâne şey oldu belki de. Doğu'nun öykücülüğü ile Batı yazınını bütünlüklü bir şekilde kaynaştırdı. Hidâyet'in kitaplarını Türkçeye çeviren Mehmet Kanar, özellikle
 Kör Baykuş, Diri Gömülen ve Üç Damla Kan'da Hidayet'in kendini anlattığını ve intiharın yazılı provasını yaptığını söyler. Özellikle, "bir afyon tiryakisinin güzelliği ve dürüstlüğü aradığı yolda yenik düşerek kendini şeytana teslim edişini" anlattığı Kör Baykuş, Hidâyetin tüm yaşamını özetler. "Alçakgönüllülüğü, insan ve hayvan sevgisi, haksızlık ve gadre uğrayanların, ezilenlerin kaderlerine ilgisi, acıması, fedakârlığı, güzelliğe saflığa karşı sonsuz arzusu ve bunları boşuna araması; dostları arasında her zaman söylenir, konuşulurdu" diyor en yakın arkadaşı Bozorg Alevî.


27 Aralık 2016 Salı

İKİNCİ EL ZAMAN – Kızıl İnsanın Sonu / Svetlana Aleksiyevic

BİR ÇÖKÜŞÜN HİKAYESİ
2015 Nobel Edebiyat Ödülü verilen Ukraynalı yazar Svetlana Aleksiyevic’in Türkçe yayımlanan iki kitabından biri olan İkinci El Zaman – Kızıl İnsan’ın Sonu, Sovyetlerin yıkılışını ve yeni Rusya’nın biçimlenişini konu edinen bir metin. Kendisi de SSCB yurttaşı olarak doğan ve komünist bir dünyada yetişen yazar, almış teybini yanına adlarını yazdığı kişilerle yüz yüze görüşmüş, onların söylediklerini derlemiş toplamış okura sunmuş. Biçim olarak, bu metin en çok röportaj türü olarak adlandırılabilir. Roman kavramına yaklaştırılan anı, anlatı ve yaşantı türlerinden farklı yanları var: Yazar yahut anlatıcının yaşadıkları değil burada söz konusu olan bu nedenle anı denemez, başkalarının yaşadıklarını anlatıyor aslında bu bakımdan anlatıya da yaklaşıyor ama anlatıdaki soruna çözüm getirme derdinde değil yazar, anlatmıyor anlattırıyor, yaşantı olabilir mi kendisini işin içine her görüşmesinde sokuyor ama kendi yaşadıklarını değil başkalarının yaşadıklarını yazıyor. En çok röportaja benziyor dememin asıl gerekçesi ise kahramanları değişen her metinde belli bir konuyu işlemesi. Nedir o konu: Glastnost ve Perestroyka (Açıklık ve Yeniden Yapılanma). İki ana bölüme ayırmış kitabı yazar:
Birinci bölüm, Stalinizm eleştirisi sayılabilir. Sovyet insanı, komünist rejim gadrine uğrayanlar konuşuyor bu bölümde. Onlar yine de komünist ölmek istiyorlar. Komünizmin yıkılabileceğine inanmak istemiyorlar.
İkinci Bölüm, Blucin ve çikolata ile yıkılan bir rejimin yerine yeni sistem kurulana dek yaşananlar, Gorbaçov ve Yeltsin dönemleri anlatılıyor, bu bölümde konuşanlar, Stalin zulmünü dedelerinden, ninelerinden duyan gençler, asıl travmayı onlar yaşıyorlar. Sudan çıkmış balık gibiler. Komünist doğuyorlar ama kapitalist bir dünyada yaşayacaklar.
Diğer uluslar, Çeçenler, Azeriler, Tacikler vd.  de konu edilmiş ama metnin ana gövdesini Ruslar, Rus kültürü oluşturuyor.
Gerçekten yaşanmış hayatları röportaj yoluyla romanlaştırmak bir yazar için kendi kurgusu olan roman yazmaktan daha zor olmalı. Zorluğu şu, yazarın kurguya karışması söz konusu değil yaşanmış bir hayatı seçiyor sadece. Şeçtiği bu yaşam öyküsünün  konu-tema ile örtüşmesini sağlıyor. Bu konuda çok başarılı Aleksiyevic. Kendini garantiye alan bir yöntem de bulmuş. İki bölümde toplam yirmi başlık altında bir sürü kişinin konuya ilişkin yaşadıkları, biri tutmazsa diğeri tutuyor. Ama bu eserin aynı zamanda en zayıf yönü. Yazar bir fotoğrafçı gibi olayları aktarıyor, halbuki edebiyat fotoğraftan ziyade resimdir, fotoğraf ise gazetecilik. Hikayeler çoğaldıkça, konu dağılıyor, dallanıyor, budaklanıyor, okura gına geliyor, bitse de kurtulsam dedim birkaç yerinde ama sondan bir önceki bölüme öyle bir kıssa koymuş ki yazar önce okuduklarımı unuttum: Lena’nın aşkı, Elena Razduyeva’nın öyküsü, kutsal kitaplardaki Yusuf ile Züleyha hikayesini hatırlattı bana. Kitapta anlatılan her bağımsız bölüm bir roman, konuşturulan kişiler ayrı ayrı roman kahramanı olabilirmiş. Aynı konuda onlarca roman.
Roman kahramanlarını gerçek kişi sanmak okur için gerçek kişileri roman kahramanı sanmaktan daha zordur. Aleksiyec’in gerçek kişileri gerçeklikten çıkıyorlar roman yahut destan kahramanı gibi karşımızda duruyorlar, bir başka başarı da budur bu metinde. Sıradan kişiler seçilmiş, uygulayıcılar değil, uygulamalardan etkilenenler, mağdurlar. Rusya’da sıradan insanlar öyle hayatlar yaşıyorlar ki onları anlatmaya girişmek için bir Dostoyevski olmaya gerek yok.  Kendini yakan Şaşka’nın, intihar eden İgor’un, aşkı için yaşayan Lena’nın hikayeleri…
Tabii ki bu yaşamları bir araya getirmede en önemli araç dil. Halk dili, mağdurların konuşmaları, günlük konuşmalar Aleksiyec’in kaleminde kristalize oluyor, çok leziz bir anlatıma dönüşüyor.
Bu dil, bu üslup tutar mı kalıcı olur mu Aleksiyevic? Sanmıyorum, bu dil onun değil çünkü konuştuğu kişilerin, kahramanların. Yazılı değil de sözlü edebiyat metni gibi olur böyle eserler, kendileri kalır anlatanları unutulur. 
Kitapta en çok kullanılan, anlatılan mekân: Mutfak. Kitabın adı Mutfak olsa imiş hiç yadırgamazdım yahut Mutfak Sohbetleri.
Komünizim, insan  yaradılışına ters olduğu için mi yıkıldı? Yoksa uygulayıcıları mı kötüydü? Mümtaz Soysal'ın "Kıro Şoför" metaforu. Kapitalizm çok mu iyi? Onun da sonunun yakın olduğunu söyleyen çok. Aleksiyevic, şifreler koymuş kitaba: İzmlerin hepsi aynı aslında, Dünya'yı mezbahaneye çeviriyorlar, insanı da hayvana;  sanat, müzik, şiir ve aşk kurtaracak insanlığı, kitaptan anladığım bu. İgor'un, genç şairin intiharı, Elena'nın müebbet hapis hükümlüsüne koşuşu ne anlatıyorlar ki?  Kurtarır mı bunlar Dünya'yı gerçekten? Şiir olsun, aşk olsun da Dünya batsın! 
Kitaptan seçtiğim cümleler:
“Kurban ve cellat aynı derecede iğrençtir ve biz kamptan şu dersi aldık: Bayağılıkta ikisi kardeştir.” S.5
“Babamız hayatta mutlu olmak isterdi. Her fırsatta ‘Cesur ol daha kötüsü sonra gelecek’ atasözünü söylerdi.” S.52
“Hayatta kalmak için insana üç şey lazım: ekmek, soğan, sabun.” S.53
“Babamın bir sözünü hatırlıyorum:’Kampla baş edilebilir ama insanlarla hayır.’ Bir de şöyle derdi:’Bugün sen öl, ben yarın ölmeye razıyım, bu sözleri ilk kez kampta duymadım komşumdan duydum, Karpuşa’dan.’” S.77
“İyi bir hayatı bekleyip durdum ben. Çocukken bekledim… Ve büyüyünce… Şimdi yaşlandım… Kısacası, herkes kandırdı, hayat daha da kötü oldu. Bekle sabret, bekle sabret. Bekle sabret…” s.88
“Hani derler ya, tek parça odunla ateş yakılmazmış, ama çabalayıp duruyorum. Yaa işte… Tanrı iyi ki insana köpek vermiş, kedi vermiş…Ağaç vermiş, kuş vermiş… Bütün bunları,  insan mutlu olsun ve hayatı ona uzun görünmesin diye vermiş, bıktırmasın diye. Bıkmadan seyerttiğim tek şey, buğdayın sarardığını görmek.” S.88
“Her acıdan bizi kurtaracak tek ilaç vardır: sabır.”s.89
“Nasıl yaşarsak öyle ölürüz… Mutluluk toplayamadım hayattan. Artık talep etmem de. Yakında ölebilsem… Yakında göksel krallık var, sabrettiğim yeter.” S.89
“Parayla alınamayacak tek şey zaman. Tanrının önünde ağla ya da ağlama, alamazsın.” S.92
“Savaşta insan, insandan korkuyor. Tanıdığın insandan da yabancıdan da.” S.94
“İnsandan daha kötü bir hayvan yok. İnsan insanı öldürür, mermi değil. İnsan insanı…Ca-nım-sın benim!!”s.95
“Onun intiharı? (Mareşal Ahromeyev’in intiharı) Sıradan bir davranış olmadığı saygı uyandırdığı belli. Ölüme saygı duymak lazım. Ama bir soru soracağım: Ya kazansalardı? Herhangi bir ders kitabını ele alın… Tarihteki tek bir darbe bile terörsüz olmamıştır, kesinlikle kanla biter. Diller koparılır ve gözler sökülür. Ortaçağ usulü. Bunun için tarihçi olmaya gerek yok.”
“Hâlâ bir örnek yaşıyor  ve aynı gazeteleri okuyorlardı. Şimdiki gibi değildi: Şimdi kimine çorbası sulu geliyor, kimine incisi küçük.” S.125
“Vatanım yok olur ve hayatım boyunca anlamlı saydığım her şey yıkılırken yaşamaya devam etmem imkansız. Yaşım ve yaşadığım hayat bana hayata veda etme hakkı veriyor. Sonuna kadar mücadele ettim.” S.127
“Uygun olmayan bir lideri görevden almak en büyük sorun değil. Peki sonra ne yapılacak? Asıl sorun bu.”s.127
“Bir imparatorluk öyle her gün çökmez. Yüzüstü çamura devriliyor! Kan içinde! Üstelik öyle her gün imparatorluk Mareşali intihar etmez. Kremlinde kendini radyatöre asarak…
Neden gitti? Ülkesi gitmişti ve o da onunla birlikte gitti, daha fazla görmek istemedi kendini burada. O… bence … olacak her şeyi tahmin etti. Sosyalizmin nasıl çökeceğini. Gevezeliğin kanla biteceğini. Yağmacılıkla. Anıtları yıkacaklarını. Sovyet tanrılarının eritileceğini. Hurdaya atılacağını. Komünistleri Nürnbergle tehdit edeceklerini… Yargıçlar kim olacak? Bazı komünistler diğer komünistleri yargılayacak. ”s.133
“Ülke mahvolmuş ama bunlar mutlu. Yok et! Yık! Bizim için hep bayram… Bayramcık!” s.134
“Bürokratik mekanizma – manevra yapmaya çok yetenekli bir makinedir bu… Hayatta kalmaya. İlkeler mi? Bürokraside inanç, ilke yoktur, bunların hepsi bulanık metafiziktir. En önemlisi koltukta oturmak, gittiği yere kadar oturmaktır, sev beni seveyim seni, gör beni göreyim seni meselesi. Bürokrasi bizim dar geçidimizdir.” S.134
“Tarih fikirlerin hayatıdır. İnsanlar yazmaz, zaman yazar. İnsanın doğrusu ise kendi şapkasını astığı bir çividir.” S.136
“Bizi tanklarla ve roketlerle ele geçiremediler, en güçlü olduğumuz şeyi yıktılar. Ruhumuzu. Sistem çürüdü, parti çürüdü.” S.141
“İyi insanların modası geçiyor artık.” “Sadece bir Sovyet insanı anlayabilir bir Sovyet insanını.” S.148
“Komünizm içki yasağı gibi bir şey: Fikir olarak iyi ama işlemiyor.” S.153
“annemin sakladığı kibritleri kullanıyorum. Annem her şeyi alırdı (o zamanlar “almak” demezlerdi, “edinmek” derlerdi) ve kötü günler için saklardı.”s.153
“Rusya’da hayat edebiyattır.” S.154
“Yahudiler yüzünden Tanrı da çok kez ağladı.” S.154
“Bir giysi yirmi yıl giyilir, iki palto hayat boyu yeter ama Puşkin olmazsa ya da Gorki’nin tüm eserleri olmazsa yaşamak imkânsızdır.”s.162
“- Neredeydin?
- Mezarlığa gittim.
- Ne işin varmış birdenbire mezarlıkta?
- İlginç bir yer orası. Artık var olmayan insanların gözünün içine bakıyorsun.” S.162
“genç bir kızdı. Çok güzel yatıyordu. Ben de ölüm korkunç bir şey sanırdım.” S.162
“Baba: Birçok şeyi akılla anlayamazsın. Mesela aşkı. İgor: Bir de ölümü.” S.163
“Şair erken ölmeli yoksa şair değildir. Yaşlı şair gülünç bir şey.” S.167
“Gençlik saçma bir zaman, bilmiyorum onun en harika çağ olduğunu kim uydurmuş? Tuhafsındır, aptalsındır, öne çıkmak için kendini ortaya atarsın, dört bir yandan savunmasızsındır. Annen baban için hâlâ küçüksündür, seni sarıp sarmalarla. Sürekli bir şapkanın altındasındır ve kimse sana uzanamaz.” S.171
“Özgürlük güzel bir sos gibi kokuyor.” S. 172
“Kendimi müze deposunda unutulmuş bir sergi eşyası gibi hissediyorum. Tozlu bir kafatası.” S.184
“Çok uzun yaşadım, bu kadar yaşamaya gerek yok. Vaktim hayatımdan önce bitti. Kendi zamanınla birlikte ölmek lazım.” S.185
“İki madalyam ve üç enfarktüsüm var.” S.186
“Biz kendi dünyamızı, biz kendi yeni dünyamızı inşa edeceğiz. Kimse olmayanlar her ey olacak. (Enternasyonal’den mısralar) Yeryüzünde Tanrının Krallığı’nı inşa etmek istedik. Güzel ama olmayacak bir hayaldi, insan hâlâ hazır değil buna.” S.187
“Otuz yedi yılı. İki yaşlı Bolşevik bir odada oturuyor. Biri diğerine ‘Hayır komünizmi göremeyiz biz, ama çocuklarımız görür’ diyor. Diğeri: ‘Zavallı çocuklarımız!’”s.188
“Evraklar insanlardan daha beter yalan söyler.” S.190
“Bütün insanlar kardeş gibi yaşayacak, herkes eşit olacak. Nasıl sevilmez böyle bir hayal? Bolşeviklere yoksul insanlar, ihtiyaç sahiplari inanmıştı. Gençlik gitmişti Bolşeviklerin peşinden. Sokaklarda yürüyor ve ‘Yıkılsın çan, yaşasın traktör!’ diye bağırıyorduk. Tanrı hakkında tek şey biliyorduk: Tanrı yoktu.” S.190
“Biz güzel bir hayata inanmıştık. Ütopya… Bu bir ütopyaydı. Ya siz? Sizin de kendi ütopyanız var; piyasa. Piyasa Cenneti.” S.193
“İnsan hep bir şeylere inanmak ister. Tanrı’ya ya da teknik ilerlemeye. Kimyaya, polimerlere, kozmik akla. Şimdi de piyasaya?” “Süpermarketleri müze gibi geziyorlar. Doğum günlerini Mc Donalds’ta kutlamak şıklık! ‘Dede Pizza-Hut’a gittik!’ Sanki Mekke!” s.194
“Duvar saatini aldı. Şaşkına dönmüştüm… Beklemiyordum… Ama aynı zamanda bunda insanca bir şey vardı, umut verici bir şey. Bu insana dair fenalıkta…” s.195
“Merkez Komite bürosunda atların döllenmesi sorunu ele alındı. Bizimki de kalkıp ‘Merkez Komite’nin başka işi kalmamış, atların nasıl dölleneceğini düşünüyor’ demiş. Akşam alıp götürmüşler. Parmaklarını kapının arasına sıkıştırıp kurşun kalem gibi kırmışlar.” “Gorki ne demişti biliyorsun: ‘Eğer düşman teslim olmazsa onu yok ederler.’- Ben düşman değilim. – Anlasana: Bizim için sadece pişman olmuş insan tehdit değildir, çözülmüş insan.” S.199
“Dostoyevski’nin Çernişevski’ye verdiği bir yanıt vardır: İnşa et, inşa et kristal sarayını, ben alıp bir taş atacağım ona… Ama bodrumda aç yaşıyorum diye değil sadece canım öyle çektiğinden.”s.204
“Geleceği severdik. Gelecekteki insanları. Bu geleceğin ne zaman geleceğini tartışırdık. Yüz yıl sonra olacak. Nokta. Ama bu bize çok uzak gibi gelirdi.”s.204
“Köylüler çukura atlayıp ölülerden çizmeleri, botları çıkarıyorlardı… Alabildikleri her şeyi aldılar… Benim yukarı çıkmama yardım ettiler. Ben de çukurun kıyısına oturup bekledim… Bekledim… Yağmur yağdı. Toprak sıcak sıcacıktı. Bir parça ekmek verdiler bana: Kaç, Çıfıtçık. Belki kurtulursun.” S.219
“Savaş bir bataklıktı, içine düşmek kolay, içinden çıkmak zordu.”  “İnsana acıyoruz… Peki ya atlar nasıl ölüyor? At diğer hayvanlar gibi saklanmaz. Köpek, kedi, inek, hepsi kaçar at ise durup bekler biri onu öldürürken. Korkunç manzara.” S.220
“Savaşta kahraman olmaz… Eğer insan eline bir kez silah almışsa artık iyi olmaz.” S. 221
“Kuşlar bile yardım etti bize, inanır mısınız? Bülbül yabancı birini işitince kesinlikle bağırır. İşaret verir.”
“Mutlu insanlar hep çocuk gibidir.” “Mutsuzluk en iyi öğretmendir.” S.236
“İnsanın, Puşkin okuyan insanın silahsız insanlara ateş etmesi mümkün müdür? Bach dinleyen bir insanın…” Rus kadınları bir tür mutsuzları bulmayı sever… Böylece ninem hayatı boyunca asla sevmediği dedemle birlikte kalmış. Bütün hayatımızın mükemmel bir özeti…” s.237
“Ölülerin bizim aramıza gelmediğini söylüyorlar. İnanmayın.” “Aşk ağır bir çaba.” S.241
“Neden mutluluk yok? Aklıma o lastik parçaları, o kazandaki çorba geliyor, işte oradaydı mutluluk.” S.242
“Tanrı’nın çiçekleri ve ağaçları insanlardan daha iyiydi.” S.243
“Bizi aldığımız sevginin miktarı kurtarıyor, bu bizim dayanıklılık stokumuz. İşte… Sadece  sevgi kurtarır bizi. Sevgi öyle bir vitamin ki insan onsuz yaşayamaz, kanı çekilir, kalbi durur.” S.244
“ir kadının kendi yaşadığı aşağılanmalardan bahsedebileceğini ama erkeğin yapamayacağını anladım. Kadın için itiraf etmek daha kolaydır çünkü derinde bir yerde şiddete hazırdır, hatta işte üreme eyleminin kendini ele alalım… Her ay kadın hayata yeniden başlar… Bu çevrim… Doğanın kendisi ona yardım eder.” S.247
“Ölmeye alışkındı… bu küçük ölümden korkmuyordu…” s.247
“Acıma olduğu zaman insan biraz daha derinlemesine bakmamış, insanlardan uzaklaşmamış demektir.” S. 253
“İnsanlar daha çok güzelliği hatırlıyor, acıyı değil.” S.254
“Eğer su yanarsa nasıl söndürülür? Abhazlar savaş hakkında böyle derler.” S.262
“Nerede mi yaşamak isterdim? Çocuklukta yaşamak isterdim… Orada annemleydim, kuş yuvasında gibiydim.” S.265
“Büyük cellatlar küçükleri olmadan gezmezler asla. Onlara çok ihtiyaçları vardır, kirli işi yapacak birilerine…” s.294
“Tam bir Sovyet’tim; parayı sevmek ayıptı, hayali sevmek lazımdı. Yazık… Unutuyor insan çok şeyi…Unutuyor çünkü çok hızlı olup bitiyor. Kaleydoskop gibi.” S.298
“ Ordu dağıldı, askerler karalanmaya ihbar edilmeye başlandı. Katiller diyorlardı! Önceden koruyucu diyorlardı, katil demeye başladılar.” S.299
“Konuşmalar hep şöyle sona eriyor: Bugün kural kaide kalmadı. Bir Stalin lazım bize.” S. 300
“Sosyalizm simya gibi.” “Bugün müzeler boş… Kiliselerse dolu çünkü hepimize psikoterapi lazım.” “Hayat tümüyle değişti. Dünya artık başka türlü bölünmüş durumda: ‘Beyazlar’ ve ‘Kızıllar’ değil, hapiste yatanlar ve kaçanlar değil, Soljenitsin okuyanlar ve okumayanlar değil, satın alabilenler ve alamayanlar diye.” S.301
“Rus dediğin başka bir Rus’u küfretmeden ikna edemez.” S.306
“Canavar dediğinin boynuzu ve toynağı olmalı sanıyoruz. Ama o, insan kılığında oturuyor karşında işte…” s.307
“Balta sahibinden uzun yaşar…”  “Kan kokusu yakıcıdır, özel bir kokudur…Sperm kokusuna benzer biraz…” s.309
“Hatta Stalin’in kendisi… O bile şöyle dermiş: Ben değil parti karar veriyor… Oğluna şöyle öğretirmiş: Sana göre ben Stalin’im. Ama hayır Stalin o! Bunu derken de duvardaki kendi portresini gösterirmiş. Kendisini değil portresini! Bu arada ölüm makinesi hiç durmadan çalıştı… Onlarca yıl… Dahiyane bir mantığı vardı: Kurban – cellat ve sonunda cellat da kurban.” “Geçmiş, bazısı için bir sandık et ve bir fıçı kan, başkaları için büyük bir destan.” S.312
“kalabalık bir canavardır, kalabalıktaki insan asla mutfakta oturup sohbet ettiğin insanla aynı değildir.” S.319
“Rus insanı kolayca sürüklenir. Komünizm fikirleriyle sürüklendi bir zamanlar, ateşli bir şekilde, dinsel bir fanatizmle hayata geçirdi onları, sonra yoruldu, hayal kırıklığı yaşadı. Eski dünyadan uzaklaşmaya, onu ayaklarının altında ezmeye karar verdi. Bu o kadar Ruslara özgü bir şeydir ki – işte tekrar sıfırdan, kırık çamaşır teknesiyle başlamak. (Puşkin’in Balıkçı ile Balığın Hikayesine gönderme) Ve yeniden bize yeni gibi görünen fikirlerle sersemlemiş durumdayız. Kapitalizmin zaferi için ileri! Batıdaki gibi yaşayacağız yakında. Pembe hayaller.”  S.320
“Rus insanı için mutluluk asla büyük paralar demek olmadı. Rus fikri, Amerikan hayalinden burada ayrılır.” “İnanmayanın günaha karşı kalbi güçsüz ve dayanaksız olur. Rus halkının Tanrı’nın hakikatini arayarak yenilenmesi lazım.” “Özgürlük, eşitlik, kardeşlik… Bu sözcükler okyanus gibi kan döktü.” Demokrasi! Rusya’da gülünç bir sözcük bu. Demokrat Putin; en kısa fıkra bu.” S.322
“Rus insanı sadece yaşamak istemez, bir şey için yaşamak ister. Büyük bir davaya katılmak ister. Bizde dürüst ve başarılı bir adam bulmak bir aziz bulmaktan daha kolaydır. Rus klasiklerini okuyun…” s.324
“Sokağa çıkıp bir şeyler yapmak için en ufak arzum yok.  En iyisi hiçbir şey yapmamak. Ne iyilik ne kötülük. Bugün iyilik olan yarın kötülük oluyor. “s.326
“Her ihtimale karşı çiçek satın aldık. Çiçek taşıyan insanlara ateş etmezler diye.” S.328
“Eğer kendimizi değiştirmeyeceksek hükümeti değiştirmenin manası ne?” s.331
“yetti artık devrim devrim! Vatan’a bir huzur verin!” s.332
“Soljenitsin’in öğrettiği gibi insan kendine göre yaşamalı, yalanlara göre değil. Bunu yapmadıkça bir milim bile ilerleyemeyiz. Daire çizip dururuz.” S.332
“Bize göre insanın hayatında üç gün vardır: doğduğun gün, evlendiğin gün ve öldüğün gün.”s.344
“Sosyalizmi muzla takas ettiler. Sakızla.” S.355
“Ve toprak küle döner, eskiden olduğu şeye, ruh da Tanrı’ya döner…” s.357
“Bir kilo et üç yüz yirmi rubleydi, Olya Teyze’nin maaşıysa yüz ruble, ilkokul öğretmeniydi. Herkes deli gibi sağa sola koşuşturuyordu, bir yerlerden ekstra para kazanmaya bakıyordu. Var gücümüzle çabalıyorduk… Mutfaktaki eski musluk bozuldu, tesisatçı çağrıldı, onlar da doktora öğrencileri çıktılar. Herkes gülüştü. Ninemizin dediği gibi: Hüzün karın doyurmuyor.” S.364
“Para, merhamet ve utancı sevmez. Bir çitin üzerinde şöyle bir ilan gördüm: Yüksek eğitim almış temizlikçi aranıyor. Annem söylenen adrese gitti, onu işe aldılar. İyi bir ücret verdiler. Bir Amerikan fonuydu bu…” s.365
“Batıda yaşlı kapitalizm, bizdeyse taze, genç dişleri var… İktidarsa apaçık Bizanslı…” s.367
“Eğer bir insan aşkı tanımışsa onun yanına her zaman gidilebilir…” s.370
“Nerede aş varsa orada Tanrı var.” S.371
“Yirmi birinci yüzyıl demek, para, seks ve silah demek.” S.373
“El altından edinilen, gözün gibi koruduğun her kitapla gururlanılır, ne mutluluk!” s.374
“Erkekler -hepsi korkak! İster serseri olsun iter oligark; hiç fark yok. Savaşa giderler, devrim yaparlar ama aşkta ihanet ederler. Kadınlar daha güçlüdür: ‘Durdurur koşan atı bile/ Yanan eve gözünü kırpmadan dalar.’ Erkek on dört yaşından büyük olmaz. Bu annemin bana verdiği ilk akıllıca öğüttü.” S. 382
“Aşkta özgürlük yoktur.”  “Cehennemsiz cennet olmaz. Bir tek cennet olsunmuş… Öyle şey olmaz…” S.384
“Rus usulü mutluluk; iki günlüğüne hapse girmek, sonra oradan çıkıp her şeyin aslında ne iyi olduğunu anlamak. Mükemmel olduğunu!” s.386
“Reklamcılık, Rus devriminin aynası…” s. 387
“Geceleri iki kişi uyu ama yalnız yaşa.” “Yalnızlık mutluluğa çok benziyor…” s.388
“Annenin duası denizin dibinden bile ulaşır.” S. 392
“Tek bir kadınla yaşanmaz, başkalarını da tanımak lazım.” “Çocuk doğurmak için ev sevgi kokmalı.” “Bilindiği gibi dürüst çalışarak çok para biriktiremez insan.” “ Büfeler belirdi sonra süpermarketler, orada her şey vardı, tıpkı masallardaki gibi, ama alamazdın. Girersin ve çıkarsın.” S.398
“Tanrı kimseyi SSCB’de doğup Rusya’da yaşamaya mecbur bırakmasın. Hayatta bir hayalim bile gerçekleşmedi…”  s.399
“Savaş lazım bize, belki o zaman hakiki insanlar çıkar ortaya. Dedem her zaman hakiki insanlarla bir tek savaşta karşılaştığını söylemiştir hep. Şimdi iyilik çok az.” S.404
“Rus insanı şu üç ayağın üzerinde durur: ‘Yok canım’, ‘sanmam’, 2artık neyse ne’  s.406
 “Akıllı kalmak için aptal olmak lazım.” S.414
“Komutan rica etmişti: Lütfen kendinizi vurmayın. İnsanı kayıttan düşmek, mühimmatı düşmekten daha kolay. Askerin hayatı silahtan ucuz.” S.417
“Ölüm aşka benziyor. Son anları karanlık… korkunç ve çirkin bir kıvranış… Ölümden geri gelemezsin ama aşktan geri gelebiliriz, kendimizi toparlayabiliriz.” s.419
“Savaş ve aşk, bunlar aynı ateşten yapılmadır sanki yani aynı kumaştan, aynı malzemeden.” S.420
“Bütün dünya bir kervansaray oluverdi.” S.427
“Petrol ve gazla demokrasi satın alınmaz, onu muz ya da İsviçre çikolatası gibi getiremezsin. Cumhurbaşkanı emriyle ilan edemezsin… Özgür insanlar gerekir bunun için…” s.428
“Biz komünizmi inşa ettik ama onu Amerikalılar hayata geçirmiş.” S.430
“Savaş sizin evinize de gelebilecek olan kurttur.” S.443
“Yoksulu deve üstünde bile köpek ısırır.” S.445
“Halk bir deve kervanı, kırbaçla güdülen…” s.447
“Nasıl her gecenin sabahı varsa bütün kederlerin de sonu vardır.” S.447
“…kötülük yapan insanın ölümü uzun sürer, acı çeker…” s.450
“Korkuyordu. Ya öteki dünya varsa?” “Erkeklere hep bir dadı gerekir. İyi bir eş kocası için her zaman biraz annedir. Yalnız kalan erkek kurda döner… yerden yalayarak yer…” s.455
“Nedir savaş? Savaş,insanın gerçekten yaşamak istediği zamandır.” S.456
“Aşk bir tür yara… Birine acımakla başlıyor… eğer seversen acırsın… ilk sırada bu vardır…” s.457
“Votkadan ve savaştan iyileşmek imkansız…”  s.460
“İyi insanlar okuyup ağlar ama kötüler… önemli insanlar… onlar okumaz. Onlara ne ki? S.461
“Çocuklara şöyle öğretilirdi: Ticaret ayıptır ve mutluluk para değildir. Onurlu olmak, hayatımızı vatan uğruna feda etmek bunlar en değerli şeylerimizi. Hayatım boyunca Sovyet insanı olmaktan gurur duydum ama şimdi utanıyorum, artık değersiz bir şey gibiyiz. Komünizmin idealleri vardı, şimdi kapitalizmin idealleri var: Kimseye acıma, çünkü kimse sana acımaz.” Sen artık var olmayan bir ülkede yaşıyorsun.” S.466
“Hayatın amacı kendini yukarılara çıkarmaktır.” S.467
“İnsanın bir büyük vatanı bir de küçük vatanı vardır.” “İnsanlar hemen kibrit ve tuz stoklamaya koştu. ‘Perestroyka’ sözü insanın kulağına ‘savaş’ gibi geliyordu.”  S.468
“Haydutlar patron olmuştu, akıllılarsa aptal.” S.469
“Bize demokrasinin herkese mutluluk getireceğini söylediler. Her  yere adalet getireceğini, her şeyin dürüst olacağını. Yalan bütün bunlar… Şimdi para iktidarda.” “ Anlıyor musunuz, savaşta da insan kendini iyi hissedebilir.” S.474
“Beş yıl içinde her şey değişebilir Rusya’da ama iki yüz yıl içinde hiçbir şey değişmez.” S.486
“Aşksız insan nedir ki? Susuz kalmış çiçek…” “ Herkesin biri tarafından sevilmesi gerekir. Tek bir kişi tarafından olsa bile.”s.489
“Ekmeksiz yaşanabilirmiş ama aşksız yaşanamazmış, asla yaşanamazmış.” S.491
“Aşk uzun süre sabreder… aşk kıskanmaz… sinirlenmez ve kötülük düşünmez…” s.492
“Her insanın başına gelir işte. Hüzün veba gibi çöker üzerimize.”  Kader böyle bir hain işte.” S.493
“Ben olmadan, der Tanrı, yaratamazsınız.” S.495
“Başkalarıyla bağlantılı her şey: aile, çocuklar, hepsi bir tavizdir…” s.497
“Tanrı uzun süre bekletmez, O’na seslenen kimseyi… s.498
“İnsan Tanrı’ya mutluluğu için minnettar kalıyor, başına bir bela geldiğindeyse haykırıyor: neden, neden, diye. Kendisine gönderilen eziyetin anlamını  anlamaya çalışmıyor. Hayatını O’na teslim etmiyor. “ “Aşk fedakarlık yapmadan olmaz.” S.499
“…benimle diğer insanlar arasındaki fark sadece onların kendilerinin iyi insanlar olduklarını düşünmesi. Ama insanlar kendilerini tanımıyorlar, gerçekte nasıl olduklarını bilseler dehşete kapılırlar oysa. “ s.500
“Fıkradaki gibi: İnsanoğlu çok iyi ama insanlar kötü.” S.502
“Cinayet, kurbanlar için olduğu kadar katiller için de bir muamma aslında.” “Tanrınıj var olduğunu düşünüyor musun? - Varsa ölüm son olmamalı. Onun var olmasını istemiyorum.” S.504
“Fikirler çok güçlü şeylerdir, korkunçlardır çünkü onlarınki maddi olmayan bir güçtür, onu ölçmek imkansızdır. Ağırlığı yoktur… Başka bir özdendir o… Bir şeyi annenden daha önemli hale getirebilme kapasitesine sahiptir.”s.507
“Mutluluğu bir parça şeker gibi bir parça sabun gibi ıvır zıvır şeylerin getirebildiğini öğrendim.” S.514
“Bir takım domuzu kovduk, yenileri geldi. Kara, gri, turuncu hepsi aynı bunların. Bizde iktidar kimi olsa bozuyor. “ “ Şehre geldik. Müzik. Kahkahalar. Gençler dans ediyor. Şehir biz hiç yokmuşuz gibi yaşıyor.” S.518
“Unutmayın para karar veriri her şeye, diferansiyel denklemlere bile.” S.519